Bu ay ne yazayım diye o kadar çok düşündüm ki, en sonunda geldiğim nokta klasik bir giriş cümlesi olan ‘Bu ay ne yazayım diye o kadar çok düşündüm ki’ye geldi. Aslına bakarsanız iki haftadır beyaz sayfanın başına oturmayışım, bu beyaz sayfayı hunharca sömürmeme vesile olabilirdi. Lakin ben de her insan gibi, en büyük tutkularından belirli bir süre uzak kalmayı yeğlerim. Paulo Coelho bu duruma ‘Mezarlık Huzuru’ der. Eminim ki diğer yazarların tıpkı Coelho’nun dediği gibi bu durumu özetleyen birkaç cümlesi mevcuttur.
Yazmaktan sıkılmak gibi bir ruh halinin olmadığını belirtmekte fayda var. Yazmak uzun soluklu ve meşakkatli bir yol. Yorucu mudur? Bilinmez. Aslına bakarsanız yazmanın çetrefilli bir yol olduğu belli. Zaten bu eylemi güzel kılan şey bu olmalı. Madem Coelho’nun ‘Mezarlık Huzuru’ ibaresinden bahsettik bu kısım da bunu açıklamaya çalışalım: Yapmak istediğimiz şeyler doğrultusunda ilerlemeye başladığımızda, sıkılmamız, pes etmemiz için o kadar çok neden vardır ki bazen kendini yapmak istediğin şeyden uzakta kalmış hissedersin. Bu normaldir. Her savaşçının mutlaka yorulduğu bir an vardır. Bu insan doğasının bir ürünüdür. Şunu belirtmekte fayda var: Eğer sıkılmıyorsan gerçekten bir sorun vardır. İşte böyle bir durumda köşeye çekilmek, zihni sakinleştirmek için kendimize bir sakinleştirici iğne yapmak gerekir. Bu iğne metaforu tam anlamıyla bir sakinleştirici iğneye denktir. İşte mezarlık huzuru dediğimiz şey, zamandan ve mekandan bağımsız olmak anlamına gelir. Bu zamansızlık ve mekansızlık olayı bütün dış etkenlerden arınmayı ve rahatlamayı sağlayan bir meditasyon şekli de olabilir.
Bana göre dünyanın en iyi rahatlama şekli roman okumaktır. Herhangi bir alanda yeni bir şeyler öğrenmek zihni dinç tutar. Ayrıca yapılan son araştırmalara göre herhangi bir romanı bitirdikten üç gün sonra beyin mükemmel bir değişime uğruyor. Romanın içindeki herhangi bir karakteri kendimize benzetmemiz, yaşadıklarıyla bağlantı kurmamız ve karakterle özdeşleştirdiğimiz sorunlarla mücadele etme biçimi gerçek hayatta ilham aldığımız noktaları oluşturuyor. Aslında bir bakıma bilinçaltı, zihnin ilgi duyduğu karakterin yaşadığı hayatı senin yaşadığını sanıyor. İşte burada ilginç bir nokta var. Eğer karakter gerçekten sorunlarıyla mücadele eden bir tip ise ve sonunda bu sorunlardan arınıp, kurtulabiliyorsa bilinçaltında bunu senin yaptığına inanabiliyor. Bir örnekle anlatmak gerekirse Halit Hüseyni’nin Uçurtma Avcısı adlı romanında karakter, her ne kadar zorlu bir hayat yaşasa da kitabın sonunda kendine uygun ideal düzeni kurabilmesi, okuyana da hayatın zorlu yollarını aşmak için ilham kaynakları oluşturuyor. Bu gerçekten enteresan bir nokta. Eğer yaşamda bir zorluk varsa, o zorluğu aşmanın yolu zorluktan kaçmak değil, bilakis zorluğun çözümü için çaba harcamaktan geçer. Bu da bize mücadeleci insan tipini anlatır. Mücadeleci insanların çok kitap okudukları yadsınamaz bir gerçek.
Modern Çağ teknolojik faaliyetlerle hepimizin zihnini bahanelerle doldurmuşken, Nietzsche’nin şu sözünü hatırlatmakta fayda var: ‘İnsan günde en az on kere kendine karşı galip gelmelidir.’ Bu söz önemlidir çünkü insan yapmak istediği şeyleri, bahanelere karşı dimdik durduğunda yapabilir. Biraz klasik bir deyişle bardağın dolu tarafını görmek işin doğru kısmı olabilir. Pozitif kavramların daha fazla nüfuz ettiği bir zihin haliyle daha sağlıklı kararlar da alabiliyor. Pozitif insanlar herhangi bir soruna karşı sıkıntı haline düşmekten çok o sorunu çözmeye yönelik adım atarlar. Bu yargıya göre, zihnin takıntı haline getirdiği negatif düşüncelerin yerine, pozitif düşünceler getirilirse büyük bir değişimin de önünü açmış oluruz.
İşte geldiğim nokta gerçekten can alıcı bir soruyu sormama neden oluyor: Mutluluk nedir? Mutluluğu bir tanıma sığdırabilmek elbette mümkün. Bunu birkaç cümleyle kolayca açıklayabiliriz. Lakin bu durum, yani mutluluğu tanımlayabilme becerisi bize mutluluğu sağlayabilir mi? Psikolojik bağlamda mutlu olma eylemi bir insanın yaşam şartlarını kontrol edebilme becerisiyle paralellik göstermesine rağmen, hayatlarını kontrol altında tutan insanların da mutsuz olduğunu görebiliriz. Peki bu bağlamda yaşamın temel unsuru olan yaşama içgüdüsü sadece mutlulukla bağdaştırılabilir mi? Tanıdığım çoğu insan hayatlarına mutsuz devam etmeyi sürdürebiliyor. Enteresan bir nokta daha var. Bu mutsuz insanlar kendilerini mutsuz etmekle kalmıyor, çevrelerine de bunu bulaştırıyor. Evet işte burada bütün duyguları yapışkan bir maddeye benzetebiliriz. Bu duruma uygun olarak birçok metafor bulabiliriz.
Yine yapılan araştırmalara göre tüm duyguların bulaşıcı olduğu, enerjinin yoğun olduğu ortamda diğer insanlara da geçtiği kanıtlanmıştır. Bu durumda siz hangisini seçeceksiniz?