Tavrah’tan ayrılalı yarım günü geçiyor. Fakat hala gerisin geri bakmadan edemiyorum. Sırtımdaki yükün ağırlığını uyuşan bedenim artık hissetmiyor. Her adımda biraz daha uzaklaştığım insanların ağırlığı daha çok yoruyor. Evimden, annemle birlikte binbir zahmet ektiğimiz bahçemden ve bu bahçeyi sulamak için ellerimiz nasır tutana kadar su çektiğimiz kuyudan bahsetmiyorum. Mezarları dahi kazılıp oraya gömülmeden öylece bırakıp kaçtığımız yakınlarımdan, arkadaşlarımdan bahsediyorum. Bir keresinde arkadaşım ölen babasını mezara öylece bırakıp üzerine toprak atmanın zorluğundan bahsetmişti. Dökülen her toprakta “Acaba canı çok yanıyor mu?” diye düşünmenin zorluğunu anlatmıştı. Bundan daha zor ne olabilir ki diyordum. Daha zorunu artık görebiliyorum.
Tavrah’tan ilk kez ayrılıyorum. Daha önce birkaç kez giden arkadaşlarımdan dinlemiştim hep Rakka’yı. “O kadar büyükler ki, kubbeleri göğe değiyor. Bulutlara kadar uzanıyor çatıları. İnsan hayret ediyor.” diyorlardı. Acaba hala kubbeleri göğü deliyor mudur Rakka’nın? Kim bilir?!
Biz Tavrah’tan ayrılan ikinci grubuz. Birçok yaşlı, kadın ve çocuk bizden önce çıktı yola. Biz az da olsa hala ümidi olan insanlardık. Artık tüm ümidimi yitirince biz de düştük yollara. Çevre illerden ve köylerden gelen insanlarla topu topu yirmi iki kişilik bir grubuz. Yolun sonunu görebilecek miyiz bilmiyoruz. Kimse birbiriyle konuşmuyor. Adımlarımızın karanlıkta çıkardığı ses dışında çıt yok. Tek ümidimiz gittiğimiz yerde hala yaşanacak bir şeylerin var olduğunu görebilmek ve karnımızı doyurabilmek. Hepsi bu.
Açlık bambaşka bir durum. Sadece iki gün boyunca el kadar ekmekle duranların anlayabileceği bir durum. Önümde çocuğunun elini sıkı sıkı tutup açlıktan bayılacak dereceye gelen, buna karşın hala bütün yiyeceği oğluna verebilen kadının anlayabileceği bir durum.
Bir yerden başka bir yere göç eden insanların sadece sevdiklerine veda ettiğini zannederdim. Öyle olmuyormuş halbuki. İnsan geride sevdikleri dışında neşesini ve ümidini de bırakıyormuş. Aslında gitmek en çok gidenden bir şeyler eksiltiyormuş.
Grup liderimiz bir adım daha atamayacağımızı anlamış olmalı ki, birkaç dakika mola verebileceğimizi söyledi. Sadece durduğu zaman farkına varabiliyor insan ne kadar yorulduğunun. Sessizce tanıdık bir yüz arıyorum. Tüm yakınlarını kaybedip, yalnız olan her insan gibi tanıdık bir yüze ihtiyaç duyuyorum. Bir kez bile görmüş olduğu yüz ya da sıcak bir göz teması ilginç şekilde cesaret verebiliyor yirmi iki tane yalnız insana. Normal şartlar da birbirinin yüzüne dahi bakmaya tenezzül etmeyen bu insanlar, anormal şartlarda nasıl oynaması gerektiğini çok iyi biliyor.
Önümde sessiz sedasız saatlerce yürüyen anne ve çocuğun yüzlerini görünce şaşırıyorum. Saatler boyu nasıl bir yüzleri olduğunu canlandırdığım bu insanların yüzü tahminimden daha umut dolu gözüküyor. Çocuk, annesinin elini bir an bıraksa bir daha tutamayacakmış gibi sıkı tutuyor. Bir an göz göze geliyoruz. Ben tebessüm edince bir anda yüzündeki belirsizlik yerini neşeye bırakıyor. Çantamdan bir elma çıkarıp uzatıyorum. Çocuk önce annesinin gözlerine bakıyor. Annesi gözleriyle onaylayınca da neşeyle elmaya uzanıveriyor. Neşeyle elmayı ısırışını seyrediyorum. İnsanın eline hayatta iyilik yapmak için çok az fırsat geçiyor. Fakat çoğu insan bunu öylece geri tepiyor. Elmayı yarısına kadar yiyen çocuk, kalan yarısını annesine veriyor. Annesi de bana. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Son birkaç saattir hiçbir şey yemeyip her şeyi çocuğuna veren anne bu kez de elmayı bana uzatıyor. Çantamı işaret ederek var olduğunu anlatınca birkaç ısırık alıp kalanını tekrar oğluna veriyor.
Grubun başını çeken tahmini ellili yaşlardaki kır saçlı adam eliyle etrafında bir çember yapmamızı işaret ediyor. Sessizce çevresine diziliyoruz. Sanki o an birbimizden çıkacak en ufak bir sesin yerimizi tüm dünyaya ifşa etmesinden korkuyoruz. Olabildiğince sessiz bir tonla, gün ışımadan Rakka’daki on yedinci tugayı geçmemiz gerektiğini belirtiyor. Daha kısık bir sesle ekliyor; “Oradan sonra her şey daha kolay olacak.”
Bir an da herkesin gözünde bir ümit ışığı beliriyor. Aynı anda ayaklanıyoruz. Biraz daha hızlı yürüyerek anne ve çocuğun yanına geçiyorum. Artık tanıdık bir insanın olması az da olsa ümit veriyor. Aynı anda bana bakıp gülümseyince onlarında benimle aynı düşüncede olduklarını anlıyorum. Bir ara çocuk kafasını bana doğru kaldırıp gülümseyerek “şükran” diyor. Tebessüm etmekle yetiniyorum.
Birkaç saat sonra Rakka’ya yaklaşınca duyulan top ve tüfek sesleri, biraz evvel binbir zahmet dirilttiğimiz cesaretimizi yeniden öldürmeyi başarıyor. Grup liderimiz bir kez daha durup beklememiz gerektiğini tugaya daha da yakın olduğumuzu söylüyor ve uzaklaşıyor. Hep birden olduğumuz yere çöküveriyoruz. Uzunca vakittir yan yana yürüdüğüm annenin sesini de ilk kez o zaman duyuyorum. “Sabret İnak çok az kaldı. Nolur biraz daha sabret.”
Çocuğun adının İnak olduğunu da o an öğreniyorum. İnak belki de oradaki herkesten daha sabırla karşılıyor bu durumu. Cesaretine ve sabrına imrenerek elini sıkıyorum. Gülücükle karşılık veriyor. Her şeye rağmen gülebilmenin çocuklara has bir durum olduğunu da ilk kez o an öğreniyorum. Uzunca süre baktığım elleri kardeşim Ensar’ı hatırlatıyor. Yaşlı gözlerle benim ismim de Nevra diyorum. Yine büyümüş de küçülmüş bir edayla annesinin elindeki mendili alıp gözyaşlarımı siliyor. Sonra gözlerimin içine bakarak annemin ismi de Şeza diyor. Annesiyle göz göze geliyoruz. Kardeşime ağladığımı anlayıp gözümün önüne dökülen saçlarımı topluyor. “O bizden daha güvende güçlü olmalısın.” diyor. Kardeşimden ve ailemden bahsediyorum. O uzun uzadıya Özgür Suriye Ordusuna katılan eşini anlatıyor. Günlerce nasıl yolunu gözlediğini, ölüsünün bile gelmediğini anlatıyor. Topraklarımız gözyaşına doymamış gibi bir de bizimkileri içine çekiyor.
Evini, bahçesini, annesini, babasını, kardeşini kaybeden grup üyeleri liderimizin gelmesiyle aynı anda ayaklanıyor. Dizlerimde uyuyakalan İnak’ı sırtıma alıp çantamı Şeza’ya uzatıyorum. Bir kez daha minnet dolu gözlerle bana bakıyor. Sonra sessizce boşta kalan elimi sıkıca tutuyor. Ne diyeceğimi bilemiyor. Kulağıma doğru yaklaşıp başına bir iş gelirse oğlunun bana emanet olduğunu söylüyor. Daha sıkı tutuyorum elini. Grup liderimiz bir an durup bize dönüyor ve artık tugay menzili içinde olduğumuzu ve işaret verdiğinde olabildiğince hızlı koşmamızı söylüyor. Bu arada ortada ağır, dayanılmaz bir kokunun varlığını farkediyorum. Elimizle burnumuzu kapatıyoruz. Korku hepimizi bu karanlıkta hapsediyor. Şeza çantaları bana verip İnak’ı sırtına alıyor. Tekrar birbirimizin elini sıkıca tutuyoruz. Liderimizin işaretiyle bir anda koşmaya başlıyoruz. Sırtımdaki çanta ve zeminde ne olduğunu göremediğim şeyler koşmamı engelliyor. Bir ara İnak’ın ağladığını duyuyorum. Arkamdaki insanlarında bizi geçtiğini farkediyorum. Şeza’nın elini bırakmıyorum fakat yüküm sanki git gide artıyor. Kurşun sesleri, çığlıklar kulaklarımı deliyor. Artık daha fazla hareket edemediğimi anladığımda Şeza’nın öylece yerde yattığını görüyorum. Çığlık ve Allah-u Ekbar nidaları daha da yükseliyor. Çantamı ve yerde yatan İnak’ı sırtlayıp yeniden koşmaya başlıyorum. Nefesim tükeninceye kadar koşuyorum. Koşuyorum. Ötede birisinin yardım edin diye çığlık attığını duyuyorum, silah sesleri hiç kesilmiyor. İnak anne diye feryat etmeye devam ediyor. Zaman duruyor. Daha sonra bir cisme takılıp yuvarlandığımı hatırlıyorum. Hemen doğrulup İnak’ı altıma alıp üzerine kapanıyorum. Daha sonra anlıyorum yol boyunca burnumuza gelen kokunun ve sürekli takıldığım cisimlerin birer insan cesedi olduğunu.
Silah sesleri kesilince grup liderimizin sesini duyuyorum. “Yaşayan var mı?” Ses çıkaramıyorum. Var gücümle görmesi için elimi kaldırıyorum. Yanına birini alarak beni kaldırıp oradan uzaklaştırıyorlar. Ancak o zaman ses çıkarmayı başarıyorum. “İnak! İnak’ı almadınız. Onu da alın!” İçlerinden biri çocuk yaşıyor diyip sırtlıyor. Bir anda ağlamaya başlıyorum. Topraklarımız bu kez kanla karışık göz yaşını doya doya çekiyor içine.
Biraz daha sustuktan sonra kaç kişiyiz diye bir ses geliyor. Hep bir eksiğiz ve eksik olacağız diyorum sessizce. Yirmi iki kişilik gruptan sekiz kişi kalarak devam ediyoruz yolculuğa. İnak sırtımda hiç konuşmuyor sadece sessiz sessiz ağlıyor ve arada bir elimi tutup Nevra beni bırakma diyor o kadar. Tugay’dan sonra her şeyin daha kolay olacağını söyleyen liderimiz bunca kaybetmişliğin üstüne hiç sesini çıkarmıyor. Sırtımdaki çocuğu en az kardeşim Ensar kadar sahipleniyorum. Elinde sıkı sıkı tuttuğu mendili sürekli burnuna götürüp daha şimdiden annesinin kokusunu arıyor.
Hava artık tamamen aydınlanıyor. Arkama dönüp baktığımda geri de ne Rakka’nın ne de tugayın kaldığını görüyorum. Liderimiz var gücüyle buradan sonra daha kolay olacağını bir kamyonun bizi sınıra götüreceğini söylüyor. Kimsenin sevinmeye dahi hali yok. Yaklaşık beş dakika sonra da bir kamyon geliyor. Yukarıdaki adam İnak’ı omzumdan alıp beni yukarı çekiyor. Bir köşeye geçip oturuyoruz. Engebeli yolda sallanan kamyon kasası o an yaşlı, genç, çocuk herkese beşik gibi geliyor. Bir eliyle elimi tutan İnak diğer eliyle mendili burnuna yaklaştırıp sessizce uykuya dalıyor. Ben de Ensar’da olduğu gibi saçlarıyla oynarken uyuyakalıyorum.
Gözümü açtığımda bir kalabalığın ortasında buluyorum kendimi. Sınıra geldiğimiz söyleniyor. Kamyonun kasasından kalabalığın içerisine doğru atlıyoruz. Bizim gruptan kimsenin çıtı çıkmıyor. Birbirimizin yanından ayrılmamaya özen gösteriyoruz. Tellerin öteki tarafının Akçakale olduğu, orada her şeyin daha iyi olacağını söylüyor herkes. Rüzgar yerdeki tozu kaldırıp kendi ülkemizdeki açlıktan, sefaletten, savaştan ve ölümden kaçtığımızı anlamış gibi yüzümüze vuruyor. Etraftan tekrar Allah-u Ekbar sesleri yükseliyor.
Bir müddet daha bekledikten sonra sırayla sınırdan öteki tarafa geçmeye başlıyoruz. Uzun zaman sonra ilk kez insan gibi davranıldığını hissediyorum. Yine uzun zaman sonra ilk kez insanların iyilik yaptığını görüyorum. Annesiz babasız çocuklar girişte bir kenara toplanırken ben İnak’ın elini hiç bırakmıyorum. Sıcacık yemeklerle karşılanıyoruz. Daha sonra sağlık kontrolüne alıyorlar bizi. Ardından da sırayla çadır kent dedikleri yerde kalabilmemiz için adımıza kimlik çıkaracaklarını söylüyorlar. Sıra bize geldiğinde tercüman vasıtasıyla adımı soran görevliye İnak’ın elini sıkı sıkı tutup “Şeza” diyorum. Annesinin adını duymasıyla irkilen İnak şaşkın gözlerle bana bakıyor. Çocuğun adı ne diye sorunca İnak birden ayağa kalkıp “Ensar” diyor ve ekliyor; “Şeza benim ablam olur.” Ne diyeceğimi bilemiyorum. Birbirimize sarılıp sessizce ağlıyoruz. Oracıkta bir anda kimsesizliğimizin kimsesi oluveriyoruz.