Geçmiş zamanları hatırlamaya çalıştığımda, aslında şu anda bütün hayatıma müdahale eden karmaşanın oradan geldiğini kavramaktayım. Yazmaya yeltendiğim lakin hiç bir zaman tam olarak sebat etmediğim hikayelerim, yarattığım karakterlerin zihnimi ne denli yorduğunu fark ettim. Unutmadığım bir kaç karakterimden söz etmek istiyorum. Kültürümüze pek uymayan bir düş gücüyle yarattığım karakterlerimin, nasıl unutmaya çalıştığımı ve bir zaman sonra bunların tekrar gün yüzüne çıkarak zihnimi nasıl rahatsız ettiğini anlatmaya çalışacağım.
Kitap okumaya bilimkurgu kitaplarıyla başlayışım ve zaten bu alana yönelik olan merakım aslında bir bakıma bugünlerimden sorumlu. Beni düşünmeye zorlayan her sayfanın, kelimeleri hunharca sömürdüğüm her paragrafın, hayal gücüme yaptığı katkıyı yadsıyamam. Açıkçası, o dönemin benim için ayrı bir önemi olduğunu belirtmeliyim. Doğduğum ve büyüdüğüm semt, İzmir’in varoş yerlerinden biriydi. Mahalle kenarlarında garip bir şekilde saygı duyulan uyuşturucu satıcıları, kendi çaplarında hırsızlık yapanlar, çocuklarını yine garip bir şekilde yetiştirmeye çalışan ebeveynlerin ortasındaydım. Uyuşturucu satıcılarına neden saygı duyulduğu konusunda hiç bir zaman bir fikir sahibi olamadım. Ebeveynler çocuklarını seviyorlardı lakin nasıl yetiştirilmesi gerektiği hususunda bilgi sahibi değillerdi. Bu yüzden çoğu arkadaşım hapse girmiş, intihar edenler olmuştu. Ebeveynleri suçlamak, olan her şeyden mesul tutmak çok saçma olur çünkü, bilmedikleri bir şeyi zaten bize öğretemezlerdi.
Varoş semt, bir tepe üzerinde, doğudan göçen insanlar tarafından, gecekondulaşmayla zaman içinde oluşturulmuştu. Bu yüzden her yer yokuştu. Okuduğum lise en tepelerdeydi ve üç yıl boyunca haftada beş gün sayısız merdiven çıktım. Yani düşünmek için çok zamanım oldu. Şunu belirtmek isterim; o yaşta olan bir insanın, bulunduğu yerde sosyalleşmek adına yapamayacağı şey yoktur. Bizzat ben de bir kaç kez yoldan dönmüşümdür. Beni kurtaran kişi, gençlerin garip bir şekilde saygı duyduğu uyuşturucu satıcılarından biri oldu. Elime sıkıştırdığı bir kitap vasıtasıyla, ortamdan koptum ve bugünkü düşüncelerimin temelleri atıldı. O kitap George Orwel’in 1984’üydü.
Bu büyüleyiciydi. İnanılması güç bir şekilde beni etkisi altına almıştı. Şunu belirtmek isterim; bir dünya yaratmak, o dünya hakkında düşünce yürütmek muazzam bir şeydir. Fark ettiğim bir şey vardı. Eğer bir insan hayret edebiliyorsa, bir çok şeyi öğrenebilir, bunu hayat görüşüne ilave edebilirdi. Gerçekten de hayret ettim ve hala ediyorum.
Yarattığım Dünya Hakkında
George Orwel’in 1984’ünde bizzat tanık olduğum ütopyada insanın sürekli olarak egemen bir güç tarafından gözlendiği komplosu ve işkence sayfaları, yaratacağım karakterin ilham aldığı noktalar olmuştu. Yaptığım girişte ana kahramanım olan Cox’u -İsmi de yabancı- karanlık bir odada, alnına damlayan ve onu delirten su damlasıyla, daha doğrusu zihniyle nasıl mücadele ettiğini anlatıyordum. Su damlasının psikolojik etkilerini biraz hafifletmek adı altında geçmişe dönüşlerini, şarkı söyleyişlerini anımsıyorum. Çin işkencesi fikrine kaynaklık eden metaforun henüz ne olduğunu hatırlamıyorum. Lakin şunu çok iyi biliyorum. Yarattığım karakterin o karanlık odada, su damlasıyla mücadele etmesinin gerekliliği yoktu. İstediği an o odadan çıkabilir ve normal yaşantısına dönebilirdi ki zira aynen o şekilde olmuştu. Cox bir yerden sonra dayanamayıp, ‘yeteeer.’ diye bağırdığında içeriye giren adamlar onu dışarıya çıkarmış ve tebrik etmişlerdi. Yarattığım karakterin dahil olduğu dünyada bunun gibi eylemler, başta işkence sahnesinin, aslında bir insana kötü hissettiren bir sahne gibi gelse de, zihni yönetmenin, zihnin içindeki her türlü şeytani olaya dayanıklılığının artırılmasının bir yoluydu. Bu duruma kaynaklık eden olgu muhtemelen izlediğim bir belgeselde insan vücudunun herhangi bir yılan zehrine alınan küçük dozlarla bağışıklık kazanmasıydı. Ben öyle anımsıyorum. Zira beyinde aynı şekilde herhangi bir duruma karşı bağışıklık kazanabilirdi.
Aslında Orwel’in yarattığı dünya tamamen otoriter ve totaliter bir devleti anlatmasıyla John Stuart Mill tarafından ortaya atılan distopik yani anti-ütopya kavramı alanına giriyor. Bu durumda ütopik bir dünya yaratmak, erdemli bir toplumu yaratmak gibi de düşünülebilir. Zira Farabi’nin erdemli toplumu buna örnek olarak gösterilebilir. Yine aynı şekilde Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’ adlı kitabı ve Ray Bradbury’nin ‘Fahrenheit 451’ adlı kitabı distopik yani anti-ütopya alanına giriyor.
Her savaşçının mutlaka bir akıl hocası, yoldaşı vardır. Karate Kit filmiyle büyüyen bir neslin çocuğu olaraktan, cilala parlat felsefesini benimsemişimdir. Ana kahramanım Cox’un akıl hocası olan Hunter’ın (İsim yine yabancı) da ilginç bir hikayesi vardır. İsminden de anlaşılacağı üzere, Hunter İngilizce’de avcı demek. Asıl adı Lemac Hunter olan karakterimize Hunter sonradan verilen bir isim. Bir ormanda düşman askerlerini, kurduğu tuzaklarla yok eden bu adama sonradan verilen bir unvandı: Avcı.
İsim bulma konusunda, çevremde sayısız isim olmasına rağmen genelde zorluk çekmişimdir. Cox’u yaratırken, ana kahramanın zihnini ve kalbini meşgul edecek karakteri yaratım sürecinde epey zorluk yaşamıştım. Ve en sonunda zihnimin tamamen rahat olduğu bir anda kendime şunu dediğimi hatırlıyorum: ‘Bu bir bayan, kızıl saçlı, güzel bir bayan, atletik bir vücudu var. Zaten kendisi bir savaşçı, amazon evet amazon, o bir bayan savaşçı. Bayan, yaban, ayban.’ derken bir anda tersten okuduğumda gayet güzel bir isim olur diye düşünmüştüm. ‘Nayab.’ deyiverdim. Bayan karakterimizin ismi de bu şekilde çıkmıştı.
Yarattığım dünyada egemen olan gücü Orwel’in Büyük Biraderi’nin çoğullaştırılmış şekli olarak düşünebiliriz. Daha fazla Büyük Birader daha fazla sorun anlamına geliyordu. Ben de günlük hayatımda bile obsesiflik derecesinde takıntılı olduğum 7-10-12 sayılarından on ikiyi seçip, on iki Büyük Birader oluşturdum. Orwel’ın Büyük Birader’ine yapılan benzetme Sovyetler Birliği’nin bir dönemini yönetmiş olan Stalin olduğunu düşündüğümüzde, on iki büyük biraderin de kimler olduğu konusunda çok fazla kafa yormama gerek kalmamıştı. Bunlardan biri Hitler dediğimde ise diğer kişilerin kimler olduğu ayan beyan ortaya çıkacaktır.
Bir çocukluk dönemi yaratımı olarak, yarattığım şeyin muazzam olduğunu şimdi anlamaktayım. Zira her yaratım kusursuzdur. Doğaya baktığımızda bunu fark edebiliriz. Bilakis ben yaratılan şeyin değil yaratım sürecinin mükemmel olduğuna inanırım.
Herhangi bir alışkanlığın kazanılması için bugün yapılan akademik çalışmalar sonucu biliyoruz ki, bilinçli olarak o konuya yöneliş ve yirmi bir gün gerekir. Beyin bir yerden sonra bu olayı kabullenir ve alışkanlığınızı otomatik tepkilere çevirir. Beyin sadece öğrenme sürecinde zorluk çıkarır. Lakin iki sinaps arasındaki bağıntı birleştiğinde olay artık öğrenilmiş olur. Sadece alışkanlıklar üzerine kurulmuş bir dünya düşünün. Çalışabileceğiniz alana yönelik katı bir alışkanlık prensibiyle yetiştirildiğinizi, sadece o alana yönelik bilginiz olduğunu düşünün. Evet bu günümüz dünyasında geçerli bir kural, her birimizin farklı meslekleri olmak kaydıyla, sadece o alana yönelik çalışmalarımızla hayatımızı sürdürüyoruz. Ama, inşaat mühendisi olan birinden, müthiş bir senfoni yazması beklenemez. Lakin bir inşaat mühendisi aynı zamanda klasik müziğe karşı bir ilgisi olabilir ve bu alana yönelik çalışmalarda yapabilir. Yarattığım dünyada buna izin yok. Bilimsel düşünce sistemine dayalı kapalı bir kutu. Din yok, ahlak kuralları yok, aşk yok ve bilakis Tanrı yok. Doğal kaynakların tükenmeye başladığı bir dünyada artık ilgilenilmesi gereken şey dünya değil evrenin ta kendisidir düşüncesi hakim. Bunun için uzayda koloniler kuruluyor, daha ne kadar ileri gidebiliriz gibi konular tartışılıyor.
Bugün adalet sistemi üzerine derinlemesine bir araştırma yapıldığında, binlerce açık saptanır. Hukuk kuralları, aslında bir bakıma kapitalizmin işine yarıyor. Daha doğrusu hukuk kuralları daha değişik olsaydı, kapitalizm yine açıkları yakalayıp ona göre bir alicengiz oyunu oynardı. Yaptığım eleştirinin bilincindeyim. Bilakis bu konuda eleştiri yapmayı yeğlerim. Yarattığım dünyaya kural koymamaya özen gösterdim. Gelişmiş bir toplumdan bahsediyorum. İnsan öldürmek, sapıkça düşüncelerle tecavüze yeltenmek insanlara anlamsız geliyor. Depresyon yok, panik atak yok, şizofreni yok, kanser yok vb. bütün hastalıkların vücutta dengelenmesini sağlayan ilaçlar mevcut. Ayrıca ruhsal boyutta bir dengelenme mevcut. Her ne kadar Tanrı, din kavramlarına inanmasalar da vücutta bir enerjinin varlığından emin oldukları bir dönem yaşıyorlar. Zaten doğdukları anda nano-teknoloji vasıtasıyla etiketlenen insanlar herhangi bir hatalarında direkt donduruyorlar. Dondukları yerden onları alan ekip ise Orwel’in Düşünce Polisi ile benzerlikler göstermekte. Veya Bradbury’nin itfaiyecileriyle. Hala bu konu üzerine felsefe yapmaktayım. Zira 12 büyük birader varsa, birazda baskı olmalıdır.
Tabi ki hikayeyi burada anlatmak istemiyorum. Her ne kadar yazmaktan vazgeçsem de, günün birinde hayat yolumun beni bu hikayeye yönelteceğine de eminim. Bilakis henüz hazır olmadığımı da belirtmek isterim. Bu hikayenin daha iyi bir biçim almasını istiyorum. Bir bilimkurgu eserinin gelişebilmesi, çağın bilimsel ilerleyişle doğru orantılıdır. Yani artık bilimkurgu alanında ileri görüşlü olmak yeterli olmuyor. Artık bilimin önüne geçmek, ‘Az yavaş git.’ demek imkansız. İyi bir kurgu, itina ve özellikle sevgiyle, ilerleyen zamanlarda daha iyi bir hikaye haline geleceğine içten inanıyorum. Toplumsal boyutta ne kadar ilerlediğimiz, bilime karşı önyargılarımızın azaldığı zamanlarda eser layığını bulacak ve somut hale gelecektir. Toplumsal beğeninin olmadığı bir eser maalesef ileriye taşınamaz. Bu yüzden Shiller’in de dediği gibi: ‘Sanatçı zamanının çocuğudur.’