Her daim kalabalık bir alışveriş merkeziydi buluşma yerleri. İlk kez gözlerine rastladığı yerdi, burasıydı. Bir daha düşlerime girer mi diye düşündüğü o bakışları şimdi doyasıya yudumlamanın verdiği tuhaf sarhoşluk başını döndürüyordu genç adamın.
Sıcağı yazdan kalma bir sonbahar ikindisiydi vakit. Oysa yüreğinde ilkbaharın kıpırtısını hissediyordu; tomurcuk açan çiçeklerin kokusu, kanat çırpan kelebeklerin titreşimleri, gökkuşağına gebe gökyüzü… Tezattı ve güzeldi. Bütün hissettiklerinin, onun gözlerinden içine aktığını düşünüyordu. Bayılmadığına şükretti…
Şimdi elleri, ellerindeydi. Yumuşaktı, gizemliydi. Sanki İzmir’i tutuyordu. Bir an sarılmak istedi, sadece istemekle yetindi, İzmir’e sarılamazdı.
Kokusunu içine çekti. Hatırlıyorum dedi, hiç unutmamıştı ki…
Genç kızın topukları biraz yüksekti, genç adamınsa ayakları yerden kesilmişti. Öyle yerden bir kaç santim yüksekte süzüldüler, bahar rüzgarında ağır ve ritimli uçuşan iki tüy tanesi gibiydiler.
Güneş körfezin üzerinde kırmızılı sarılı renk cümbüşüne bürünüp battığında deniz kıyısındaydılar, az sonra yıldızlar belirmişti gökyüzünde. Şimdi genç kızın kokusuna, denizin kokusu karışmıştı; az biraz toprak, bir ölçü ıslak çimen kokusu. Üşür mü diye düşündü, içi üşüdü, şimdi biraz mahcup sarıldı İzmir’e. Olurunu düşünmeden…
O’ndan bir daha hiç ayrılmayacağını düşünüyordu. “Son nefesinde elini o tutacak, son sözlerini o duyacak”tı…
O’nu bir daha asla göremeyeceğini aklından bile geçirmiyordu. Oysa görmeyecekti. Uzaktan bile göremeyecekti. Bu, ilk akşam ve son geceydi hiç bilmese de. Sonbahar, her zaman kışa yakındı, rengi bahara çalsa da…