Her hafta sonu olduğu gibi, bu Cumartesi de spikerlik ve sunuculuk eğitimim için iletişim bilimleri akademisine geldim. Bir klasik haline gelen derse geç kalma alışkanlığım, bu hafta da bozulmamıştı. Kapıyı çaldım, içeri girdim. Tek eksik olan bendeniz de, kendime ayrılan sıraya geçtikten sonra sınıf yerli yerinde gözüküyordu.
Bu hafta bize eğitim verecek olan, özel bir haber kanalının özel bir haber spikeri Ayhan Ayhanoğlu, derse başlamış, sınıfa; ses, nefes, diyafram üçlüsünü anlatıyor ve kendisinin, şu an duymakta olduğumuz özel ses tonuna nasıl sahip olduğunu anlamamızı istiyor, anladığımızı beyin kıvrımlarımıza iyice yerleştirmek adına da, kendi sunduğu haber bültenlerini izletiyordu.
Bir taraftan hocamızın ender bulunan, özel ve etkileyici sesini haber sunmada nasıl kullandığını dinlerken, bir taraftan da prompterdan sunacağımız haberleri okumaya çalışıyorduk.
Sıra bana geldi, kameralar ve prompter beni her zaman heyecanlandırır, ellerimi titretir hatta yanaklarımın al al olmasına sebep olurdu. Ben yine stüdyo duygularımın esiri olmuş halde haberleri okumaya başladım. Henüz beş dakika olmuştu ki; boğazımda bir şey birikiyor, sesimi çatallaştırıyor ve oradan temizlenmesi gerektiğini hissettiriyordu. İki seçeneğim vardı, ya hırıltılı ve homurtulu bir ses ile haberleri sunacaktım ya da her ne kadar etik olmasa da acayip sesler çıkartarak ‘ıhı ıhı, öhö öhö, hımmm’ boğazımda, ses tellerimde biriken o şeyden kurtulacaktım. İkinciyi tercih ettim ve boğazımı temizleyerek haberleri okudum, ardından da stüdyodan çıktım. Sınıfa geri girdiğimde, hocam tek bir soru sordu: ‘Sigara kullanıyor musun?’. Evet sigara kullanıyordum.
Boğazımda her zaman ince bir ağrı olur ve belli aralıklarla ‘öhö öhö’ diyerek gırtlağımdaki mukusu temizleme gereksinimi hissederdim.
Bu ağrı bazı zamanlar kulaklarıma da yansır, bademciklerim yanarken kulaklarımda bir uğuldama meydana gelirdi. Çevremden bir çok insanın bademciklerini aldırdığını bilir, benimse hala olduğu yerde duran bademciklerimin, varlığını bana hissettirme çabasında olduğunu düşünürdüm.
Dersin bitiminde hocamız sınıftan üç kişinin ismini söyledi ve ‘mezun olduğunuzda beni arayın, özgeçmişlerinizi bana yollayın, ben İstanbul’da bir kanalda iş bulmanızı sağlayacağım.’ dedi. Söylenen üç isim arasında benim ismim yoktu.
Zaten kişisel olarak sahip olduğum nevrotik eğilimler gösteren ruh halim, benliğim bu durumdan çok yaralandı. Hani insanın inançları bir anda yıkılır ya, bir anda dünyası kararır öyle bir durumdaydım. Öfkeliydim.
Sadece kime öfke duyacağımı kestiremiyordum. İsmimi söylemediği için hocaya mı öfkelenmeliydim? Benden daha iyi olduklarını öğrendiğim sınıf arkadaşlarıma mı öfkelenmeliydim? Yoksa bugüne kadar sigara içtiğim, boğazımdaki yanmayı, biriken mukusu, kulaklarımdaki ağrıyı, uğultuyu önemsemediğim için kendime mi?
İki günüm o üç arkadaşıma karşı beslediğim fesatlık duygusu ile geçti. Sonraki günlerim ise ses, kulak, burun, boğazı araştırarak. Hayatı boyunca hiç hastaneye gitmemiş biriyim desem abartılı olur lakin, doğumumu ve bileğimin kırılmasını saymazsam eğer, gerçekten de hiç hastaneye gitmemiş biriydim. Yine kendim araştırmaya başladım. (Bal boğazı temizler, sabahları çiğ bıldırcın yumurtası içiniz, acı yiyiniz, soğuk ve asitli içecekler tüketmeyiniz, sigarayı bırakınız)
Hepsini yaptım, sadece sigarayı bırakamadım. İki gün içmiyor üçüncü gün beş ya da on tane içiyor ve yine eskiye dönüyordum. Günlerim başarısız sigara bırakma deneyimleri ile geçiyordu lakin geçmeyen tek şey boğazımdaki ağrı ve temizlenme ihtiyacıydı. Gecenin bir yarısı yatağıma uzanmış, boğaz problemlerini inceliyorken takıldım gırtlak kanserine. Olabilir miydi?
Tabi ki olabilirdi, çünkü tüm hastalıklar insanlar içindi. Sabaha kadar korkudan uyuyamadım ve günün ağarmasıyla birlikte kendimi hastaneye attım. Kulak burun boğaz uzmanı ‘şikayetiniz nedir?’ diye sordu ve beynimi yiyip bitiren o kuşkumu dile getirdim:
– Gırtlak kanseri olabileceğimden şüpheleniyorum.
Doktor ilk önce ağzımı açmamı istedi, ‘hayır’ desin diye dua ediyordum içimden, ‘onu da nereden çıkarttın’ desin istiyordum. O ise;
– Yutkunurken zorluk çekiyor musun? diye sordu,
Evet çekiyordum, boğazımda bademcik şişmesi sandığım bir şişlik vardı ve o acıyor sanıyordum, sigara içtiğim için nefes kokumun farkına varmamıştım hiç, kulaklarım ağrıyordu, özellikle geceleri nefes alıp verirken hırıltımı duyuyordum.
İki gün sonra hastaneye tekrar gittiğimde dünya artık aynı renk değildi benim için, bildiğim tüm kavramlar birer dominoya dönüşmüştü, hepsi yıkılıyordu, yıkılırken beynimi sarsıyor ve beni de yıkıyordu. Kanser olduğum gerçeği ile yüzleşmek ya da bu gerçeği kabul etmek, yaşantım boyunca husumette olduğum her şeye son vermişti. Ne birilerine duyduğum kıskançlık, ne özlem, ne kin ne nefret, ne de aşk vardı içimde. Hepsi değersizdi.
Bugüne dek değer verdiğim, inandığım, uğruna mücadele ettiğim her şey bir anda birer hiçe dönüşmüştü. Bir olgunun, bir saniye öncesinde her şeyken bir saniye sonrasında bir hiç olması nasıl bir çelişkiydi? Dünya ya da yaşam ne tezattı. Hastalık ve ölüm bana ne uzaktı?
Acı hissim de yoktu, sadece kocaman bir boşluk vardı, kocaman ve siyah. Ben o karanlık, o simsiyah boşlukta sürekli aşağıya doğru düşüyordum ve sonu yoktu, belki de sonu ölümdü ya da düşen bedenim değil de zihnimdi, tutunduğu her şeyin bir hiç olduğunu anlayan ve yaşamak için tüm tutundukları bir anda elinin altından kayan zihnimin düşmekten başka yapacağı ne kalmıştı?
Kötü haberlerin ardı arkası kesilmiyordu, gırtlağımda oluşan tümör polipler ya da nodüller türü olan iyi huylulardan değildi. Yani hücre yenilenmesi sırasında yok olmayarak biriken lanet olası hücreler gırtlağımdan alınsa da yerine yenileri birikecekti.
Boğazıma sokulan isminin laringoskopi olduğu söylenen ve onunla alınan biyopsi sonucundan kötü huylu tümörlerimin haberi gelmişti.
Çocukluğumdan itibaren yapmak istediğim meslek spikerlik artık hayal olmuştu, okulu bıraktım, arkadaşlarımla görüşmeyi tamamen kestim. Bana ulaşamamaları için tüm sosyal medya hesaplarımı kapattım, telefonumu kırdım attım. Onlarla görüşmek, medya sektöründe ilerlediklerini görmek bana ızdırap verecekti.
Bırakın arkadaşlarımı, ailemin bile yanımda olmak, beni mutlu etmek için yaptığı hareketler yapmacık gelmeye başladı. Kimseye, en çok da kendime tahammülüm kalmamıştı. Yataktan hiç çıkmıyor, kimseyle konuşmuyor, sadece ağlıyordum.
Psikolojik destek almam aileme tek kurtuluş yolu gibi gözüküyordu, bense ısrarla reddediyordum. Hayatım mahvolmuştu, hayallerim yıkılmıştı, tüm gelecek planlarım bir anda hiçbir şey söylenmeden elimden alınmıştı, psikologun ya da psikiyatrın söyleyecekleri, elimden alınanları geri vermeyecekti, kimsenin en çok da Polyanna gibi sürekli gülümseyen ruh doktorlarının telkinine ihtiyacım yoktu.
Ameliyat olmayacağımı öğrendim, radyasyon terapisi ve kemoterapi birlikte uygulanarak tedavi edilecekmişim. Ameliyat olmayacağıma sevinmeli miydim? Şimdi benimde saçlarım, kaşlarım hatta kirpiklerim mi dökülecekti?
Tedavi olmak istemiyordum, artık tek bir isteğim kalmıştı bu hayattan, ölmek. Kimseyle konuşmadığım ve yataktan çıkmadığım için düşünmekten başka çarem yoktu, her şeyi düşünüyordum. Milyarlarca sigara kullanan, alkol tüketen insan varken neden benim başıma gelmişti? ‘Neden’ ile başlayan sorular çok fazla, cevabı ise yok denecek azdı.
Tedavim başladığında düşündüğüm tek şey saçlarımdı, her gün aynanın karşısına geçiyor dip boyası gelmiş saçlarıma bakıyordum. Keşke diyordum, keşke dökülmeseler ve ben onları hiç boyatmasam. Ne kadar da güzelmiş aslında kendi rengi. Kirpiklerim mesela, hayatımın sonuna kadar bir daha hiç maskara kullanmasam ama kirpiklerim kalsa yerinde, böyle olduğu gibi, daha fazlasını istemiyorum artık hiçbir şeyin lakin elimdekiler kalsın bana.
Kendime acımak, saçlarıma dokunmak ve ağlamak, onların her bir telini ayrı ayrı sevmek ve ağlamak.
Kanser tedavimi yürüten doktorumun ısrarı üzerine psikolojik destek almaya başladım, kanserimin yanı sıra histrionik kişilik bozukluğum olduğunu da öğrendim. Tedavim sırasında kendime sorduğum birçok ‘neden’in cevabını da doktorumun verdiği bir örnekte buldum;
‘Bir otobüs düşün, içi insan dolu ve o otobüs büyük bir kaza yapsın. Kazadan sonra otobüs yolcularından bir kısmında otobüs fobisi meydana gelir, bir daha otobüse binemez ve otobüs gördükleri yerde paniğe kapılır. Diğer bir kısmı ise gündelik yaşantısına devam eder.’
Hayat bir otobüs, doğan her bebek o otobüsün yolcusu oluyor, otobüs belki defalarca kaza yapacak, belki direksiyonda ben, belki sen olacaksın. Belki kendi hatan sonucu, belki başka bir şoförün hatasından kaynaklı, belki yollardan, belki de hava şartlarından defalarca kaza yapacaksın. Önemli olan kazadan sonra otobüsten inip, köşene çekilerek hayat yolculuğuna son mu vereceksin yoksa tekrar o otobüse binerek, yeni kazalara hazırlıklı olarak, hayat denilen bu yolda mücadele mi edeceksin?
Ben mücadele etmeyi seçtim. Kanser olmayabilirdim ama oldum, benim otobüsüm bana bunu getirdi. Kolum da kopabilirdi, bacaklarım tutmayabilirdi ya da kör de olabilirdim, ben kanser oldum. Önce ne olduğumu kabullenerek isminden korkmamaya, olduğum o şeyi, kanseri yüksek sesle söylemeyi başardım.
Ardından dökülen kaşlarımın yerine dövme yaptırdım, eskisinden çok daha güzel olmuşlardı. Kirpiklerimin dökülerek boş bıraktığı yeri takmaları doldurmuştu, üstelik maskara sürme derdim de yoktu. Saçlarım içinse bir peruk satın aldım. Tedavim başlamadan önce elli dokuz kiloydum, şimdi ise kırk sekiz kiloya düşmüştüm, yani kanser beni sıfır bedene indirmişti. Aynaya bakmaktan korkmuyordum artık, aynaya baktığımda mutlu oluyordum. Göz bebeklerimdeki korku silinmiş yerine savaşçı bir kadının cesareti gelmişti. Hayatımın sonuna kadar belki defalarca ameliyat olacaktım, belki hiç konuşamayacaktım, belki de boğazımda bir makine ile homurtudan ibaret olan bir sesim olacaktı ama ben tüm bunlarla başarılı olacaktım.
Konuşmak üzerine seçtiğim meslekle vedalaştım ve yazmaya başladım. İstediğim, arzuladığım insanlara bir şeyler aktarmaktı ve iletişimin tek yolu konuşmak değildi. Haberleri sunan olamayacaktım belki ama yazan olabilirdim.
Okumak için, ses tellerine ihtiyacım yoktu. Okudum ve okudukça biriktirdiklerim kafamdan taşarak, sayfaları doldurmaya başladı. O sayfaları internet gazetelerine gönderdim. O gazetelerde köşe yazmaya başladım. Ardından sokaklara çıkmaya, kendi haberimi kendim yapmaya başladım. Arkadaşlarımla buluşup sessiz sinema oynamaya bile başladım. Hayat güzeldi ve her koşulda yaşamaya değerdi.
Kanser benden sesimi aldı fakat onun yerine aileme iki tane, hayatıma ışık tutan insan kattı. Hem kanserimi tedavi eden doktor, hem de ruhumu tedavi eden doktor. Ya da başka bir deyişle, bana ikinci yaşamı sunan, değerini bildiğim ve anlayabildiğim bir hayat yaşamayı öğreten, bazen arkadaşım, bazen ebeveynim, bazen doktorum olan bu iki adam bana yeni bir hayat armağan etti.
Yaşamayı öğrendim, affetmeyi öğrendim, sevmeyi öğrendim ama herkes gibi değil. Hani bir şeyin değerini onu kaybedince anlar ya insanoğlu, işte öyle. Önce kaybettim, değerini öğrendim ve yeniden sahip oldum. Şimdi o değerle yaşıyorum.