Araştırmalarımızdan, Karpuzlu (Aydın) ilçesinin dayandığı yamaçta Alinda’nın bizi beklediğini öğrendik. Karpuzlu Belediyesi, her yıl 14 Eylül’de “Alinda Festivali” düzenliyormuş. Kaçırdığımıza üzüldüm. Ben Alinda’ya Ada’nın Alinda’sı diyorum. Herkes gibi ben de Prenses Ada’ya özel bir ilgi duyuyorum. Hekatomnid sülalesinde Mausolos’tan sonra en çok adı geçen kişi. Üstelik Bodrum’da bulunan mezarın, Ada’ya ait olduğu söylemleri Ada hayranlarını çok heyecanlandırdı. Tabii ki bunlardan biri de benim.
Prenses Ada, Hekatomnos’un beş çocuğundan biri. Gerisini Strabon’dan dinleyelim: “Kardeşlerin en büyüğü Mausolos Artemisia ile, ikinci oğlan Hidrieus diğer kızkardeş Ada ile evlendi. Mausolos kral oldu. Çocuksuzdu. Ülkeyi karısına bıraktı. Fakat o, üzüntüsünden bitkin duruma düştü ve kederinden öldü ve ondan sonra Hidrieus kral oldu. O da bir hastalıktan ölünce karısı Ada yerine geçti. Fakat Mausolos’un geriye kalan oğlu Piksodaros tarafından sürgüne gönderildi. Piksodaros Pers yanlısı olduğundan, ülkeyi paylaşmak üzere bir satrap gönderilmesi için haber yolladı. O da ölünce satrap Halikarnassos’u ele geçirdi.”
Prenses Ada, Alinda’da sürgünde iken şehrin etrafını surlarla öyle çevirmiş ki şehri almak neredeyse imkansız hale gelmiş. İskender tüm Karya kentlerini ele geçirme çabasında iken Alinda’da Ada hüküm sürmektedir. İskender şehri birkaç kez kuşatır; ama alamaz. Tam geri dönmeye karar verdiğinde Ada ona şehrin kapılarını açar. Onu büyük bir konukseverlilikle karşılar. Ve İskender’in manevi annesi olur. İskender Ada’ya o, ne isterse yapabileceğini söyler. Ada, tek bir şey istemektedir: Karia’nın yönetimini geri almak. İskender ona bu sözü verir. Ve bilindiği gibi o zamanlar başkent olan Halikarnassos’u Mnydos Kapısındaki büyük çatışma sonucu ele geçirir ve kenti Ada’ya sunar. Verdiği sözü tutmuştur.
Alinda geçmişiyle karanlık şimdiki varlığıyla parlak bir yer. Çünkü Alinda’nın geçmişi hakkında pek fazla bilgi yok; fakat bugün hiçbir çalışma yapılmamış olmasına rağmen dimdik ayakta duran bir kent Alinda. Tüm parlaklığıyla göz kırpmakta gelen ziyaretçilerine.
Alinda adı bana nedense çok müzikal gelir. Tevfik Fikret’in sözcüklerdeki ritmlerle şiir yazması gibi Alinda sözcüğü üzerine sayfalarca konuşulabilir gibi geliyor. Alinda adı Anadolu’da II. Murşili (1343-1310) döneminde lalanta olarak biliniyormuş. (Genç yaşta tahta çıkan II.Murşili, ele geçen yazıtlarda başından geçenleri anlatmış. İşte lalanta adına burada rastlanmış. II. Murşili’nin veba salgını sırasında Tanrıları tehdit ettiği de söylenir. “Bunca insanın canını alıyorsunuz da size kim kurban sunacak!” demiş, korkulan o yüce Tanrılara. Başka bir rivayet daha vardır ki onda da II. Murşili’nin gök gürültüsünden korkunca dilinin tutulduğunu söylerler. Belki yazma fasılları bu şekilde başlamıştır. E, ne de olsa konuşamıyor koskaca Murşili.)
Öğleden sonra Alabanda’dan yola çıkıyoruz. Çine içinden saptığımız yola devam ediyor birçok güzel köyden geçtikten sonra (ortalama 10 km.) bir yol ayrımına geliyoruz. Oklardan sağı gösteren Karpuzlu’ya solu gösteren de Milas ve Labranda’ya ulaştırıyor sizi. Jandarmanın önündeki iki gence Alinda’yı soruyoruz: “Orası bizim yolumuzda, bizi takip ederseniz size gösteririz.” diyorlar. İki km kadar onlar motosikletle önde gidiyor, Karpuzlu’nun merkezine gelince, gençlerden biri soldaki yolu gösterip; “Buradan devam edeceksiniz.” diyor. Biz de denileni yapıyor, gösterilen yolda ilerliyor ve bir sure sonra da dağı tırmanmaya başlıyoruz. Nazan, telaşlanıyor: “Alinda geride kaldı, yanlış gidiyoruz!” diyor. Tam sözünü bitirmişken “KARYA YOLU” levhasını görüyoruz. Heyecanlanıyorum, hem de çok; çünkü Labranda’da iken kuzey girişinde “Alinda’dan gelenlerin giriş yaptığı kapı” ibaresini görmüş ve işte o an Alinda’ya gitmek istemiştim. İşte o an, bu andı. İsteğim gerçekleşiyordu. Artık, Labranda kutsal alanına nasıl gittiklerini ve hangi yolu takip ettiklerini de biliyordum. Kendimi inanılmaz güzel hissettim. Birden Labranda’ya giden kafilenin içinde gördüm kendimi. Aman Tanrım, hayali bile güzel. Tam bu anda “Alinda 1 km” yazısını görüyoruz. Evet, evet biraz sonra oradayız. Ada, Sevgili Ada seni göreceğiz biraz sonra.
Information bürosunun önünde duruyor ve park ediyoruz. Görevliler canı gönülle yardımcı oluyorlar. Hangi yolu takip edeceğimizi, bayrağa kadar ulaşmamız gerektiğini ve oradan aşağı inmemizi…
“Agora ne durumda?” diyorum görevlilerden birine. Bu soruyu sormamın nedeni pek çok ören yerdeki Agora’nın ortaya çıkarılmamış olması. Genelde tiyatrolara ve tapınaklara öncelik veriyorlar. Görevlilerden biri bize; “En iyi agorası olan yer burasıdır.” diyor tüm gönençliliğiyle. Yokuş aşağı inip su kemerlerine ulaşıyoruz. Yolda kaya mezarlarına rastlıyoruz. Uzmanlar, bunların tam bir Karya ürünü olduğunda birleşiyor. Anıtsal büyüklükteki su kemerleri mest ediyor bizi. Şehre su getiren bu kemerler bugün hâlâ ayakta. Büyük Akropolde yedi devasa büyüklükte su sarnıcının var olduğunu biliyoruz.
İki akropollü Alinda’nın büyük akropolüne doğru ilerliyoruz. Hiçbir kazı çalışmasının yapılmadığı bu yerde ayağımızın altında bir tarihin yattığını biliyor ve çok heyecanlanıyoruz. Sevgili Canan Küçükeren’in “Karia” adlı kitabında sözünü ettiği kulenin önüne geliyoruz. Fotoğrafından sonra kendisi… inanılmaz doğrusu. Şehri çeviren surlar iki katlı kulelerle takviye edilmiş. İki katlı, kare planlı ve pencereli anıtsal bina karşımızda duruyor. Fotoğraflar çekip hayran hayran bakıyoruz. Sonra büyük akropolün güney yamacına ilerliyoruz. Tepeden tiyatroyu görüyor ve heyecanlanıyorum. Çok dik. Kayaların içine oyularak yapılan caveaların aralarından otlar, ağaçlar çıkmış olmasına rağmen pek çoğu yerinde. Roma döneminde elden geçmiş cavealara basarak sahneye inmeye çalışıyorum. Ama oldukça zorlanıyorum. Nihayet sahnenin olduğu yere inmeyi başarıyorum. Nazan yukarıda kalıyor. Sesimizi yükseltmeden bile konuşabiliyoruz onunla. 3400 kişilik olduğu tahmin edilen ve otuz derece eğimli tiyatro iki kademeli. Birinci kademede on iki, ikinci kademede on beş oturma sırası var. Birinci kademede altı merdivenli ışınsal yol varken ikinci kademede on bir ışınsal yol mevcut. Sahneye dair bir iki büyük taştan başka bir şey yok. Sahne binasının genişliğinin 13 ayak olduğunu tahmin ediyormuş uzmanlar. Orkestra yarıçapı ise 30 ayakmış. Sahne binasının yüksekliğinin ise yarıçapa bağlı olarak 40 ayak olduğu tahmin ediliyormuş. Tiyatronun tonozlu geçitleri sağlam duruyor ve onların fotoğrafını çekiyorum bol bol.
Tiyatronun kuzey batısında iki tapınak kalıntısı var. Tapınaklardan biri Afrodithe’in oğlu Adonis’e adandığı söyleniyor. (Adonis ve Afrodithe’i Labrauda’da anlatmıştım.) Ve bu tapınağın içinde bir de Afrodith’in heykeli yer almaktaymış. (Heykeltıraş Praksiteles’in yontusu) Ama bugün Alinda’dan elde edilen bir veri yok ne yazık ki. Kimler tarafından nerelere götürüldüğü belli değil. Tiyatronun hemen yukarısındaki yuvarlak yapının ne olduğu tespit edilememiş.
Tam tepedeyiz artık. Aşağıya bakıyorum ve şehri kuşatmış İskender’i gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Türklerin sözlü gelenekleri çok fazla gelişmiş. Bunun nedeni göçebe oluşları ve bu nedenle sözlü anlatının ürünü olan şiir geleneği çok eski. Ben de tam burada bu kültürün insanı olarak bir sözlü anlatıma yer vermek istiyorum. Söylenceye göre İskender Alinda’yı pek çok kez kuşatır; ama surları ve yerleşim özellikleri nedeniyle ele geçiremez. Derler ki tam vazgeçeceği sırada bir gece bir ulak gelerek onu bir kadının ziyaret etmek için beklediğini söyler. Gelen Ada’dan başkası değildir. Kaynakların çoğu onları manevi anne ve oğul olarak anlatsa da bu anlatı hiç de öyle dillendirmiyor. İskender ve Ada o geceyi birlikte geçirirler. İşte bu gecenin ürünü olarak Ada bir bebek beklemeye başlar. Hatta Ada bundan sonra kentin adını bile değiştirir: Alexandria-by Latmos (Latmos İskenderiyesi). Prenses Ada, bir bebek beklediğini İskender’e çok özel bir ulakla bildirir. İskender’in; “Ne mutluyuz ki Karya’nın yeni kralı geliyor!” cümlesiyle biten mesajının Ada’yı çok mutlu ettiğini söylerler. Ancak çocuk, çok küçükken bir hastalıktan dolayı ölünce Ada, karalar bağlar ve onu çok sevdiği babası Hekatomnos’un hemen yanındaki odaya gömdürür. Çocuğun yanına da İskender’in kendine hediye ettiği paha biçilemez kolyeyi de koyar. İşte Hekatomnos Lahti’nin hırsızlarının bu paha biçilemez kolyenin peşinde olduklarını ve amaçlarına erdiklerini biliyoruz. Sözlü gelenek bu. Anlatılar önemli bence.
Adonis’in tapınak kalıntılarına doğru yöneliyoruz. Tapınağın neye benzediği konusunda bir ipucu yok. Yunan mitinde başkasına ait olana bakma, anlayışı vardır. Bu tutum ve anlayış pek çok drama neden olmuş. Bunlardan biri de Adonis ve Afrodith ile ilgili. Apollon soyundan gelen Erymanthos, sevgilisi Adonisle yaşadığı aşk gecesinin ardından yıkanan Afrodith’i izler. Bunu fark eden Tanrıça onu kör eder. Oğluna verilen cezanın ağır olduğunu düşünen Apollon ise bir domuz kılığına girerek Afrodith’in sevgilisi Adonis’i öldürür. Bu Afrodith’in çıplak görülme ve ceza olayı çelişkili gelebilir; çünkü bütün tasvirlerde Afrodith zaten çıplaktır. Hatta Tanrıça’nın bu çıplak tasvirlerden memnun kaldığını söyleyenler bile var. Ancak yine de aşk Tanrıçası her aşkın kişiye özel olduğunu vurgulamak istemiş olabilir. Bu anlayıştan yola çıkarsak çelişki de ortadan kalkmış olur.
Tekrar tiyatronun içinden geçip Agora’ya yöneliyoruz. Aman Allah’ım inanılmaz bir görüntü. Hiçbir çalışma yapılmamış hali böyle ise bitmiş halini düşünemiyorum. Şimdiki hali geçmiş ihtişamını mükemmel gösteriyor. Stoalar ayakta. Helenistik devir (M.Ö. 3.yy) özelliklerini taşıyan bu merkez üç katlı. Pencereler eğimli, böylelikle ışık daha kolay giriyor içeri.
Işık demişken, zaman ilerlemiş. Karanlık çökmek üzere. Burada daha fazla kalırsak dönüş yolumuzu bulamayabiliriz. Alinda’ya ve Ada’ya veda etme zamanı. Belki de elli yıl sonra Alinda gün ışığına çıkacak. Gözlere görsel ziyafetler sunacak. Ada’nın dönmekte ısrar ettiği Halicarnassos’a dönmek üzere arabaya yöneliyoruz. Görevliler gitmiş. Kimseler yok. Dönme kararımızın yerinde olduğunu anlıyor, Karya yolunda Alindalılar’a veda ediyoruz.
Ben Serkan’ın bahsettiği Karya yolundan dönmek istiyorum. Ama Karpuzlulara yine de danışıyoruz. O yolda çalışmalar olduğunu zorlanacağımızı söylüyorlar ve Çine’ye çıkmaya karar veriyor, Çine köftesini tattıktan sonra Bodrum yolunu tutuyoruz.