Üzerine bir kaç beden büyük olan gri renkli ceketinin içine beyaz gömleğini, altına da krem rengi keten pantolonunu giydi. Evinin salonunda, şöminenin üzerine dizdiği kitaplardan birinin arasına sıkıştırdığı zarfı alıp ceketinin sol iç cebine koydu. Mutfağa gidip bir bardak su doldurdu. İçinde katman katman oluşan heyecandan olsa gerek sudan bir yudum içip, kapıdan dışarıya çıktı.
Kaan, ağustos ayının son gününde, evinden çıkıp, gün batımını izlemek ve ona yadigar bırakılan mektubu okumak için kumsala indi. Denize girmek için birbirleriyle yarışan insanlar artık gün batımının, biraz sonra vereceği karanlığa kalmamak için denizden çıkmaya çalışıyorlardı. Bir baba, anadan doğma, henüz iki yaşlarındaki kızını omuzlarına almıştı. Küçük kız halinden gayet memnun görünüyordu. Tam çaprazından bir çift, birbirlerine sarılmışlar, onlarda denizden gülerek çıkıyordu. İçinden gece de gündüz gibi dedi kendine. Arada bir fark yok. Sadece, insanların kendini daha rahat hissettiği vakitler var. Çoğu zaman aydınlığın bize daha fazla şey öğretildiğine inanılır ama aslında insanın karanlığı büyük tecrübedir, diye düşündü. Düşüncesi öznel olmasına rağmen diğer insanlara karşı yapılan bir eleştiriydi bu. Çünkü insanların çoğu gündüzü sever, aydınlığın onlara yol göstereceğini düşünür. Oysa bu ikisi, yani gece ve gündüz birbirinin devamı olan ve sürekli tekrarlanan bir hadiseydi. Kaan son üç ay boyunca gecenin gündüze nasıl hükmettiğini öğrenmişti.
Ayağının üzerine bir uğur böceği kondu. Uçmak için gayret gösteriyormuş gibi görünse de, kanatlarını çırpıştırıyor bir türlü havalanmıyordu. Kırmızı kabuğunun üzerindeki siyah beneklerini inceledi. Sonra kafasını kaldırıp, oturduğu kumsaldan denizin dalgalarına baktı. İleride bir ufuk çizgisi, denize yansıyan kırmızılaşmış güneşin pırıltısı ve gökyüzünün, güneşin batışıyla birlikte verdiği mavi ve kırmızı karışıma baktı. Kıyıya vuran dalgaların sesiyle birlikte tekrar uğur böceğine doğru kafasını eğdi. Bir ara mektubu okumamaya karar verdi. Kalkıp gitmek, evine doğru yürümek istedi ama bu muazzam görüntü karşısında, benliğine hakim olan kısa süreli mutluluğu yok etmek istemedi. Uğur böceği kanatlarını çırpıştırıp iki üç santim havaya kalkıyor ve ona bir şeyler anlatmak istermiş gibi tekrar ayağının üzerine iniş yapıyordu. Bu görüntü, içinde bir yerlerde, karanlığın hakim olduğu dönemleri hatırlatıyordu. Mayısın, haziranın ve temmuzun onda bıraktığı yaz karanlığını düşünüyordu. Acınası halde olduğunu hiç bir zaman düşünmemişti fakat, bu üç ay onun kendi kendini sorgulamasının başlangıcıydı. Kumsala da bu üç ayın sonunu yani sonbaharın başlangıcını kutlamaya gelmişti.
Elini ceketinin sol iç cebine sokup, ortadan ikiye katlanmış zarfı çıkardı. Zarfın içini açıp aceleci bir el yazısıyla yazılmış beyaz kağıdı aldı. Uğur böceğini rahatsız etmeden mektubu dizlerinin üzerine açık bir şekilde bıraktı. İçinde yine kalkıp gitme isteği duydu lakin kendisini üç aydır bunun için hazırlıyordu. O mektubu okumak için üç ay beklemesi gerekmişti. Bunun adına beklemek veya o mektubu okumak için arzu duymak denemez çünkü o; sabır denilen ve insanoğlunun iradesine özenle işlenmesi gereken olguyu anlamaya çalışmıştı. Haziran ayının başlarında, bir uçurumun ucuna kadar çıkmış, mektubu okuduktan sonra atlamayı, daha doğrusu intihar etmeyi, bu dünyadan arkasında hiçbir şey bırakmadan, ölmeyi düşünmüştü. Aslında merak ettiği şey tam olarak ölümden sonraki hayattı. Aklının sorunu şuydu; insanoğlunun varlığından bu yana, sürekli olarak düşünülen şey ölümden sonraki durumdu. Üniversite yıllarında bile sırf bu içindeki merakı aydınlatmak adı altında mitolojiye yönelmişti. Uçurumun, ormana bakan ucunda durmuş, mektubu eline almıştı. Tam o sırada, üniversite yıllarında beyninin büyük bir kısmına dahil olan Roma Mitolojisi’nde ki Jupiter’in karısı veya kız kardeşi olan Juno gelmişti. Juno, yaratıcı gücü, hayatı ve gençliği sembolize ederdi. O dönem insanlarının mite uygun olarak Juno’nun farklı yönlerine uygun olarak tasarlanmış kült günleri mevcuttu. Mesela; 1 Mart’ta ‘ışığı aydınlığa getiren kadın.’ 1 Haziran’da ‘Uyaran kadın.’ İşte tam mektubu açmayı düşünürken, aklına gelen Roma Tanrıçası, haziran ayının başlarında onu bu şekilde uyarmıştı. Tabi Juno’nun uyarmadan kastı buysa! O zaman kendi kendine bir varsayım yaparak, ölümün aslında bir merak olduğunu, yaşadığımız hayatın bize imgeler vasıtasıyla yeterince kaynak oluşturduğunu ve insanların yaşadığı hayatı değil, tam olarak daha sonraki bir hayat var mı diye intiharı seçtiklerini düşündü. Şunu da düşünmüştü; insanın sadece meraktan değil, herhangi bir kederden de intihara yönelebileceğini, yani intiharın sadece merakın getirdiği durumdan doğmayacağını, bu durumun göreceli olduğunu. Karşılıklı iki durum arasında kalmış ve uçurumdan aşağıya, tekrar ait olduğu yere inmişti.
Uğur böceğine tekrar baktı. Parmaklarının ucundan ayağının tam ortasına kadar, dalganın getirdiği deniz suyu, uğur böceğinin de üstünden geçmişti. Uğur böceği sadece kanatlarını çırpıştırarak, bünyesine dahil olan deniz suyunu üstünden atmıştı. Bu durum karşısında şaşırmıştı. Kendi kendine, ayağının üzerindeki küçük kanatlının suya nasıl direndiğini düşündü. Tabi bu durum olağan değildi. O küçüklükte bir canlı asla o dalgaya kafa tutamazdı. ‘Garip.’ diye fısıldadı denize doğru. Başını tekrar uğur böceğine çevirdi. Uğur böceği sanki konuşacakmış gibi duruyordu. Muhtemelen konuşsa da duymayacaktı. Küçük bedeninden yeryüzüne ne kadar haykırabilirdi ki? Bir hayal ürünü olabilirdi. Küçükken, bu şekilde yanılsamalar görürdü. Bir keresinde domatesi kırmızı suratlı bir şeytan olarak görmüştü. Bu yüzden üç yıl boyunca domates yememişti. Babası bu duruma karşı oğluna verdiği nasihatte korkularını yenmesinin tek yolu olarak onlarla yüzleşmesi gerektiğini söylemişti. Sekiz yaşındaki bir çocuğa verilen bu felsefi nasihat hiç bir işe yaramamıştı. Bir gün, sabah kahvaltısı esnasında annesinin bir tabağa özene bezene bir sanat eseri gibi dizdiği domatesleri görünce, bütün domatesleri yemek istedi. Öyle de yaptı. Son parçasına kadar bütün domatesleri yedi. Tabi bu durum üç yıl boyunca domates yemediği için, metabolizmasının o besine ihtiyaç duyduğunun bir sinyali de olabilirdi. Korkuyu korku değil, sevginin ta kendisi yok etmişti.
Kaan, annesini hatırladı. Domateslerden sanat eseri yaratan ve oğlunun korkusunu yenen kadını hatırladı. Karşımızdaki insana duyduğumuz sevginin zemini sağlamsa eğer, bu bizim değil, karşımızdaki insanın bir ürünüdür. Sevgi o kadar güçlü bir histir ki; sayfalarca yazıyı bir kenara bıraktırıp, bir çift gözle bile her şeyi anlatabilir. Aralarındaki sevginin ürünü olan bu bakışma çoğu zaman hiçbir kelimeye ihtiyaçlarının olmadığını onlara anlatan bir yoldu. İşte o kadın, yani Kaan’ın annesi bu özelliğe sahip bir insandı. Ölmeden önce, yani üç ay önce oğluna bıraktığı zarfın üzerine mayıs, haziran ve temmuzdan sonra diye yazmıştı. Bu onun, ‘bu mektubu ağustosun başında oku’ deme şekliydi. Tam şu anda da Kaan, uğur böceğini rahatsız etmemek için dizlerinin üzerine açık bir şekilde bıraktığı o mektuba başını eğdi.
Sevgili oğlum,
Seni bırakıp gittiğim için özür dilerim. Bu durumun benim elimde olmadığını belirtmek çok saçma olurdu. Ama yine de belirttim. Benim elimde olan bir şey değildi. Evet, bu dünyadan göçüp gitmem seni bir hayli yormuşa benziyor. Mimiklerin sağlamlaşmış. Bu kadar üzülebileceğini tahmin etmiştim. Ayrıca ne o öyle ceket, insanlar dibinde denize giriyor. Şaka bir yana aile yadigarı ceketimizi giydiğine sevindim. O ceket nesilden nesle kullanıldı, hiç bir zaman da yıpranmadı. Yüzün gerçekten solmuş. Orada olsaydım sana bir adaçayı yapardım. Bu arada uğur böceği de harika görünüyor. Birazdan uçup ceketin üzerine konacak…
Kaan afallamıştı. Uğur böceğine baktı. Böcek ayağının üzerinden kalkıp suratının tam önünde zikzaklar çizdi. Daha sonra yavaşça omzuna, ceketinin üzerine kondu. Kaan mektuba devam etme kararı aldı.
… Evet, uğur böceği çok güzel görünüyor. Ceketin üzerine gayet yakışmış oğlum. Her zamanki gibi yakışıklısın. Biliyor musun, uğur böcekleri gerçekten huzur verir. Kırmızı ile siyahın bütünleşmesi zaten iyi bir uyumdur. Eğer hafızanı biraz zorlarsan on dördüncü yaş gününde, babanla birlikte gittiğimiz piknikte seninle birlikte uğur böceği yakalamaya çalışmıştık. Tamı tamına altı yıl boyunca uğur böceklerine olan hayranlığın kafamı şişirmedi değil. Bu yüzden yan yana olduğumuz hayatımız boyunca bizim için önemli olan tek renk kırmızıydı. Renklerin bizlere anlattığı çok şey vardır. Bir renk eğer canlı bir varlığa aitse hele, işte o zaman bize çok şey anlatır. Tabi burada sana renklerin gizeminden bahsedecek değilim. Bu senin çözmen gereken bir şey. Üniversite yıllarımda, mitoloji hocamız bize mitlerin oluşumunda renklerin büyük bir önemi vardır diye söylemişti. Ben de o vakitten sonra renkleri gerçekten sevdim. Kırmızıyı sevdiğimi bilirsin. Bu yüzden evimizdeki çoğu eşya kırmızıdır. Birazdan sana selam verecek biriyle yüzleşmen gerekecek. Onunla konuştuktan sonra ben yine buradayım.
Güneş artık yeryüzüne hükmetme görevini, karanlığın geçici hizmetine bırakıyordu. Deniz üzerinde artık son demlerini yaşayan bir kırmızılık, dalgalarla birlikte muazzam bir görüntü sergiliyordu. Uğur böceği de, güneşin verdiği parlaklığı yitirmek üzereydi. Kaan zaten okuduğu mektupla yeterince afallamıştı. Şimdi ışık da onu terk ediyordu. İçinde gizli bir gündüz hayranlığı doğmaya başlamıştı. İçinde cevaplaması gereken, annesinin sorduğu sorular vardı. Tam o sırada omzunun üzerinde bir el hissetti. Başını o tarafa doğru çevirdi. Akıl almaz bir güzellik yanında duruyordu. Ayakları çıplak, üzerine geçirdiği mavi kot pantolonun paçaları bilek kısmına kadar katlanmıştı. Hemen üst tarafında koyu kırmızı bir askılı tişört vardı. Kızıl saçları, gözlerine sürdüğü sürmeyle ve küçük burnuyla güzel bir uyum sağlıyordu. Tanrı tarafından yanaklarının üzerine serpiştirilmiş çilleri ise onlar olmasa, sanki bu güzellik yok olacakmış gibi duruyordu. Kız konuştu.
‘Sana bir soru! Sevgilisi tarafından aldatılmış bir kıza ilk nasihatin ne olurdu?’ Kaan kendinden emin bir şekilde:
‘Aldatılış sonrası insanın yaptığı tek davranış kendini daha fazla aldatmaktır.’ diye bir psikolojik yaklaşımla cevap verdi. Kız gülümsedi.
‘Yanına oturabilir miyim?’ diye sordu. Kaan mektubu katlayıp cebine koydu. Başını sallayarak oturmasını onayladı. Kız mektubu fark etmiş olacak ki:
‘Sanırım sen de biri tarafından terk edildin. Suratında şaşkın bir ifade var ve en önemlisi mektubu benden gizledin.’ dedi. Kaan, bu kıza karşı bir şeyler hissetmiş olacak ki, kendini savunma masumiyetine büründü. ‘Ha yok. Sadece çok değer verdiğim biri.’
‘Yani sevgilin yok.’ Kız ayaklarını kumların arasına sokarak daha ileriye götürdü, ellerini de bel hizasına getirip başını Kaan’a doğru çevirip gülümsedi. Kaan da aynı şekilde gülümsedi ve,
‘Sevgilin, çok pardon eski sevgilin seni aldattı mı?’ dedi.
‘Tam olarak öyle denemez ama evet. Yani aldatılmış sayılmam.’ Kızın yanakları kızarmıştı. Kaan,
‘Nasıl yani?’ dedi.
‘Boş ver.’ Kız derin bir iç çekti. Kaan uğur böceğine bakıp gülümsedi ve,
‘Hala gitmedi.’ dedi. Kız yanlış anlamış olacak ki;
‘Gitmem mi gerekiyordu.’ dedi.
‘Yok sana demedim. Buraya oturduğumdan beri bir uğur böceği benimle oyun oynuyor.’
‘Nerede ben göremiyorum?’
‘Omzumda duruyor.’ Kız kendini öne atarak Kaan’ın diğer omzuna baktı ama bir şey göremedi.
‘Ben bir şey görmüyorum.’dedi.
‘Nasıl olur burada işte ben görüyorum.’
‘Ben geniş omuzlarından başka bir şey görmüyorum.’ Bunu söylerken gülümsemişti. Kaan şaşkınlığını gizlemek istercesine,
‘Sadece hayal gücü.’ dedi. Kız tekrar gülümsedi. Kaan’ın aklı mektuptaydı fakat kızın da gitmesini istemiyordu. İçinden gelen bir endişe ve yalnızlık onu kaybetmeme dürtüsünü açığa vurmuştu. İkisi de güneşin artık yarım daire olan kırmızı görüntüsüne baktılar. Yarım daire olan güneş, Kaan’a geçmiş hayatından, babası ölmeden iki yıl önce yaşadıkları bir anıyı hatırlattı. Kaan on beş yaşına geldiğinde, hayal gücünün yarattığı varlıklar onu kontrolü altına almıştı. Artık doktora gitmekten başka bir çare kalmamıştı. Babasıyla birlikte gittikleri doktor Kaan’a beyaz kağıt üzerine çizilmiş olan simsiyah bir yarım daire göstermişti. Kaan’ın yarım daire üzerine yorumlarını dinledikten sonra ise, hayal gücünün normal bir insandan üç kat daha fazla olduğunu ve bunların sadece korku, acı ve yas dönemlerinde açığa çıkabileceğini söylemişti. Ve Kaan yas dönemindeydi. Kız bacaklarını göğüs hizasına çekip elleriyle bacaklarına sarıldı ve başını Kaan’a çevirip,
‘Bu arada ismim Nergis. Memnun oldum.’ dedi. Kaan yine şaşırmıştı.
‘Nergis mi?’ diye sordu.
‘Evet, neden şaşırdın?’
‘Annemin ismi, güzel bir hikayesi vardır.’
‘Annenin mi?’
‘Hayır, çiçeğin hikayesi.’
‘Anlatırsan dinlerim.’ Kaan hikayenin annesini hatırlatacağı endişesini duydu.
‘Aslında geç oldu, kalksam iyi olacak.’ dedi. Kız şaşırarak,
‘Hayır anlatmadan olmaz. Bırakmam.’ dedi. Nergis’in uzun süren ısrarlarına dayanamayan Kaan içinde annesine duyduğu bütün özlemi bir kenara bırakarak anlatmaya başladı.
‘Pekala, Yunan Mitolojisindeki adıyla Narcissus, Nehirler Tanrısı Kephissos ve su perisi Liriope’nin oğludur. Yaradılış özelliği olan güzel görünümü onun lanetidir. Diyar diyar dolaşan kahraman Narcissus, bir gün susuzluğunu gidermek için bir ırmağın kenarına eğilince kendi güzelliği karşısında büyülenip, kendine aşık olur. Narcissus doğduğunda bir kahin kendi güzelliğini görmediği sürece yaşayacağı kehanette bulunur. Narcissus ırmağın kenarında, kendi güzelliği karşısında giderek hissizleşir, hiçbir şeyden tat alamaz. Böylece orada ölür ve öldüğü yerden nergis çiçekleri çıkmaya başlar. Nergis çiçekleri bu yüzden güzeldir çünkü, Narcissus’un güzelliğini almışlardır. Tıpkı senin güzelliğin gibi.’
Kız kaşlarını çatıp, şaşırmış edası vererek,
‘Ne yani ismimi bir erkekten mi alıyorum.’ dedi. İkisi birlikte güldüler. Kaan, gülümseyişini yavaşlatıp,
‘Hayır çiçeğin güzelliğinden alıyorsun.’ diye fısıldadı.
Kız şirin bir tebessüm sundu. Kaan,
‘Sahil boyunca yürüyelim mi?’ diye sordu.
‘Bu harika olur.’ diye karşılık verdi kız.
Güneşin batışıyla birlikte yürümeye başladılar. Kaan bir ara cebindeki mektubu çıkarıp, beyaz kağıda baktı. Görüntü karşısında şaşırmasına rağmen kıza belli etmemeye çalıştı. Kağıdın tam ortasında sadece bir cümle vardı.
‘Uğur böceğim sensin.’