Binlerce ruh öldürdüm tek bedende. Ama senin kadar başarılı olamadım karanlık prensim. Sentinus’un umut kokan elleriyle okşadığı, küçük narin çocuk ruhumu öldürdün sen. Sonra ne mi oldu? Tek tek karşıma dikildi güçlerini tanımadığım insanların Tanrıları. O vakittir ki dizelerim doğdu, küllerinden doğan Phoenix benzeri. Yine de Tanrıları indiremedim gökyüzünden senin gibi.
Mum ve kil kokan sayfalarımı karalıyorum durmadan. Sonsuza dek zarar görmeden ayakta kalacak gibi görünen maun yazı masamın başından ayrılmıyorum. Bulunduğun devrin gözde kadınlarından mı sandın beni? Ne cehalet. Soylu prensim…
Bugün karanlık sokağından inerken, evimin yolunun üzerinde, kulağım misafir oldu bir diyaloga. Birinin sesi paslıydı, çatlak kuru toprak gibi çatal çataldı. Diyordu ki “Kaybedenlere ‘Ruh’unu geri verir onlar. Şifacı Şamanlar.” Ve bir diğer solgun ses karşılık veriyordu “Hangi dünyalara yolculuk yapar da bunlar, getirirler kaybolan yaşama sevincini zavallı bedenlere?” Ve yine çatlak ses söylüyordu: “Üst dünyalara uçar, alt dünyalara sızar onlar.”
Siyah prensim anladım ki bulmalıyım Sentinus’un dokunduğu çocuk ruhumu. Bir şansım olmalı bu Şaman denilen değiştirilmiş bilinçle. Ama korkuyorum bu yolculuktan. Sesini duyduklarım Hekate’nin nihai çözümler sunan ikiyüzlü cadıları mıydı yoksa? Yine de koyulmalıyım yola. Tamamen kaybetmeden, aynı anda hem hüzün hem sevinç kokan çocuk ruhumu.
Hatırlıyor musun onu? Şen ezgileriyle doluydu kulakları ve şiir gibi şakıyarak konuşurdu. Gözleri pırıl pırıldı geceleyin hiç sönmeden yanan, gökyüzünde asılı Polaris gibiydi gözleri. Nice yorgun gemici onun gözlerine bakınca bulurdu evine giden yolunu sanki…
Ah Hades’in kılıcını taşıyan Tanrı prensim! Tek hamlesiyle ateşin kızarttığı demirlerinde dövülmüş soğuk pırıltının; tek hamlesiyle ellerinde taşıdığın o ilahi bakışlarını yansıtan kılıcının. Nasıl da söndürdün parlaklığını onun. Aldın ya canını, kanattın kalbini etiyle ve kızıl kanıyla insan olan yanımın. Tabi ya! Ruhu değil midir insanın bedeninde kanını coşkun kılan? Ruhum öldü, bedenimde akan ise Set dedikleri Typhon’un yakan kumları.
Ne farkım kaldı Kıbrıslı Pygmalion’un elleriyle şekillendirdiği cansız ve hareketsiz Galetea’dan. Üstelik Tanrı’lara ruhumu bahşetmeleri için yakaran bir beden de yok. Hangi Afrodit duysun olmayan yakarışları?
Gecelerin ışığını taşıyan prensim. Benden aldığını arayabilmek için Ceres’in meşalelerine sahip olmalıyım. Bu gücü kendimde bulmalıyım. Akıl ve sezgi birlikte çalışırsa eğer… Ancak o zaman bir şansım olur bu arayışı sonlandıracak, saçların gibi kara olan hikayemde.
Çocuk ruhumla karşılayacağım seni bir sonraki seferde… En gülen gözlerimle bakacağım sana. Ve göremeyeceksin kendi izini hiç bir yerimde. İşte o zaman anlayacaksın Tanrı Prensim.
Acıtamaz beni, ilahi güçlerin bile, ben izin vermedikçe…
[Tablo: Nancy Mueller – Seated Woman]