Dayanılmaz baş ağrısıyla başladım güne. Geceden kalma radyoda ince sesli bir kadın trafik durumunu bildiriyordu. Perdeyi hafif aralayıp pencereyi açtım. Tüm aydınlık bulduğu boşluktan bir anda odayla birlikte içime doldu sanki. Karşı binanın altındaki fırına diktim gözlerimi. Pencereden burnuma vuran taze ekmek kokusu az da olsa yüzümü güldürdü. Yağan yağmur dükkanların saçaklarına mermi gibi düşüyordu. Taze ekmekle karışık toprak kokusu karnımı doyurmuştu bile. Bin yıldır uyuyor gibiydim. Bütün uyuyamayan insanların uykusunu da uymuştum sanki. Halbuki çok olmamıştı eve geleli ve uyuyalı. Yol yorgunluğuyla nasıl uyuduğumun farkında bile değildim. Dün yaşadıklarımın gerçek olduğuna dair kanıtlar aradım kendimde. Gece eve girer girmez eşiğe bıraktığım çantam gülümseyerek bakıyordu. Hava aydınlanınca oda ışığının açık olduğunun bile farkına varmamış öylece uyuyakalmıştım. Alışık olduğum bir durumdu. Yatağa girmeden önce yatağın dibine çıkardığım terliklerden birini alıp düğmeye doğru attım. Uzun zamandır ilk atışta kapandığı olmamıştı. Bu iyiye işaret güzel bir gün olacak diye geçirdim içimden.
Bir kez daha pencere yöneldim. Sokaktaki su birikintilerine düşen yağmur damlaları gittikçe genişleyen dalgalar oluşturuyordu. Fırının önünde bekleyen adamla aynı dalgalara baktığımızı farkettim. Sigara içiyordu. Dikkatlice inceledim. Adamın ismini tahmin etmeye çalıştım. Kesin bir karar kılamadım bu konuda. Oldukça düşünceli duruyordu. Son zamanlarda bütün insanlar düşünceli duruyordu. Bu beni mutlu ediyordu. Çünkü son zamanlarda beynini kullanan o kadar az insan vardı ki, az da olsa ümitlendiriyordu beni böyle insanlar. Sigaradan bir nefes alıyor bırakırken de bir şey görmeye çalışır gibi sigaranın ucuna bakıyordu. Bir ara sigaranın dumanı gözünü yaktı. Eliyle uzunca bir süre gözünü ovdu. Son bir nefes alıp sigarayı su birikintilerinden birine doğru attı. Daha sigara yere düşmeden yağmur damlaları hücum etti ve söndürdü sigarayı. Su birikintisi izmariti pisuvara doğru akan kaldırımın kenarındaki su yatağına sürükledi. Beş saniye içinde düşecek içine dedim. Üçüncü saniyesinde biriken çöplere takılıp kaldı kenarda. Kaybetmiştim. Günün ilk yenilgisini aldım. Kafamı yukarı doğru çevirdim. Dört katlı binamızın terasında kalan Bilgi Hanım’ın açtığı radyonun sesi kulaklarıma kadar geliyordu. Biraz daha dikkatli kulak kesilince arkamda akşamda kalma radyodan da aynı şarkının sesi yükseliyordu. Aynı frekansların olduğunu anladım. Uzanıp biraz daha ses verdim. Belki mahalle olarak koro halinde aynı frekansları dinliyor olabilirdik. Bilgi Hanım yalnız kendi halinde yaşayan emekli bir sınıf öğretmeniydi. Kimi kimsesi var mı bilmem çok konuşma fırsatımız olmadı. Tek bildiğim adının kesin olarak Bilgi olduğuydu. Birinde “Markete iniyorum bir isteğin var mı Bilge Hanım?” diye sorduğumda buz gibi bir sesle; “Bilge değil Bilgi. Sağol evladım.” deyip şimşek gibi çıkmıştı merdivenleri. O zamanlar henüz bilmiyordum trafik kazasında kaybettiği kızının adının Bilge olduğunu. Çok sonraları günlük gazetesini okumak için Ilgaz Teyze’ye indiğim bir gün öğrenecektim.
Bütün yalnızların bir binaya toplandığı kesindi. Ben, Bilgi Hanım, karşı komşu Faruk Bey ve onun alt komşusu Ilgaz Teyze hepimizde bir sürü çöp parçasının içinde tek başına takılıp kalan izmarit kadar yalnızdık.
Bazen o kadar tesadüflere denk geliyordum ki inanmakta güçlük çekiyordum. Belki de tesadüflere bu kadar çok inandığım için ben her şeyi tesadüfe yoruyordum bilmiyorum.
Tam bu düşünceler içerisindeyken kapı çaldı. Zorlukla kalktım yatağın üstünden terliğin birine ayağımı geçirip diğerine doğru eğildim sağ elimle düzelttim. Kapıda Bilgi Hanım vardı. Tam da seni düşünüyordum diyecektim ki vazgeçtim. Dün bana bir zarf geldiğini, kapıyı açan olmayınca ona bıraktıklarını söyledi. Uzattığı zarfı aldım. Daha teşekkür bile edememişken yine yıldırım gibi çıktı merdivenleri. Kendisine Bilge Hanım dediğim günden beri beni görünce merdivenleri şimşek gibi çıkıyordu. Belki de yeni rekor denemeleri yapıyordu bilmiyorum. Daire kapısıyla odamın penceresi arasında kısa süreli bir cereyan yaşandı. Sol tarafımda kalan kapıyı tutamayınca sertçe kapandı. 1994-1995 Sezonu Şampiyonu Beşiktaş yazılı tüm kadronun verildiği poster rüzgarın etkisiyle duvardan yere düştü.
Beşiktaşlı değilim fakat siyah ve beyaz renkleri bence dünyadaki en uyumlu iki renktir. İyiliği ve kötülü, ölümü ve yaşamı hatırlatır hep. O nedenle astım duvara bu posteri. Babaannem konusu açıldıkça babamın fanatik bir Fenerbahçeli olduğunu anlatır dururdu. Yine bir gün Ilgaz Teyze’ye günlük gazetesini okumak için indiğimde; “Oğlum şu sığınaktaki gazeteleri geri dönüşüme atıversen.” demişti. Tabii iki koli falandır düşüncesiyle indiğim sığınaktan, benden on yaş büyük yarım bir pikap dolusu gazete çıkarmıştık. Ilgaz Teyze’nin torunu da vardı. İşsiz mi işsiz bir çocuktu. Babasından daha hayırsızdı. Beraber inmiştik sığınağa. Hiç haz etmezdi benden. Belki de büyük annesinden koparamadığı paraları benim yediğimi düşünürdü bilmiyorum. O gün almıştım bu posteri. Gazetelerden birinin eki olarak verilmiş. Kaç yıllık gazete hesabını varın siz yapın. Ben Beşiktaş posterini katlayıp cebime koyarken; “Ne olaylar yaşanmış, insan yaşadığına şükrediyor.” demişti. Cevap dahi vermeden gazeteleri üst üste biriktirmeye çalışıyordum. Benim biriktirdiklerimi, ben taşıyamayacağım için yukarı çıkarıyordu. Şu habere bak diye yeniden girdi konuya. Yine cevap vermedim konuşmaya çalıştığını düşünüyordum. Cevap vermeyince olanca Türkçesiyle haberi okumaya başladı.
“İki kardeş eşleriyle birlikte çocuk esirgeme kurumundan on üç ile on iki yaşlarında kız ve dört yaşında erkek çocuğu evlat edinmişler. Bu iki kardeşinde uzun yıllardır çocuğu olmuyormuş. Eve dönüş yolunda ıslak zeminde kayan arabanın kontrolünü sağlayamayınca karşı şeritten gelen Bilge Yurdakul’un kullandığı araçla çarpışmışlar. Kazadan sadece dört yaşındaki çocuk kurtulabilmiş.” dedi.
Gerçekten de çok acı bir kaza diye düşündüm. Yine o zamanlar üst komşum Bilgi Hanım’ın eski eşinin soyadının Yurdakul olduğunu bilmiyordum. Bu haberden bir kaç hafta sonra öğrenecektim üst komşum adının Bilge değil Bilgi olduğu ve Ilgaz Teyze anlatacaktı kızı Bilge’nin kazada can verdiğini. Sonrada bu gazeteye tesadüf edecektim.
Daha tam olarak o haberin etkisinden çıkamamışken, anahaber bülteni sunan kel adamın sesiyle bir kaç haber daha okumuştu. Bunlarla birlikte bir kaç haberi daha yırtıp almıştım. O gün başlamıştı üçüncü sayfa haberleri yırtıp bir dosyada biriktirişim.
Bütün gazeteleri benden on yaş büyük araca atıp geri dönüşüme yıkmıştık. Belki de ülkenin on yılı yeniden dönüşecekti. Aynı acılar tekrar tekrar yaşanacaktı. O an öyle düşündüğümü hatırlıyorum.
Beşiktaş posterini yerden alıp ait olduğu yere yeniden astım. Önceki halinden biraz daha yamuk durmuştu. Benim için bir sakıncası yoktu ama tam düzeltecekken binamızın tepesinden geçen uçağın gürültüsünü farkettim. Hemen balkona doğru koşup geçen uçağa el salladım. “Uçak, babama selam söyle!” diye bağırdım. Babaannem çocukken geçen uçakların arkasından uzak diyardaki akrabalarının isimlerini sayıklayıp el salladığını anlatırdı. O gün beri ben de her uçak gördüğümde el sallar babama selam yollardım. Çocukluğumdan kalma bir alışkanlık işte. İnsanlar sadece alışkanlıklarından vazgeçemez derler ya öyle.
Evim havaalanına çok yakın olduğu için bu sahne sık sık yaşanıyordu. Bu yüzden civardaki tüm evlerin kat sayısı dördü geçmez. Yani intihar etmeye kalksanız sakat kalma olasılığınız daha yüksektir. Belki de bu nedenle intihar etmeye meyli olan bütün yalnızları bu civara toplamışlardır. Değişik bir iskan politikası gerçektende.
Bir ay öncesine kadar evden derneğe dernekten eve giden standart bir insandım. Tek eksiğim küçükken geçirdiğimiz trafik kazansında sol kolumun dirsekten aşağısının kesilmesiydi. Bu trafik kazasında bütün ailemi ve sol kolumun belirli bir kısmını kaybetmiştim. Bir ay önce derneğe gitmek için otobüse bindiğimde yaşlılar, hamileler ve engelliler için ayrılan koltukların tamamı doluydu. Ülkede ne çok yaşlı, hamile ve engelli olduğunu düşündüm ki arkamdan bir el dokunup oturmam için yer verdi. Yirmili yaşlarda gençliğinin doruğunda, sarışın, renkli gözlü, alımlı, gözlüklü ve aynı zamanda duyarlı bir kızdı. Şartlar uygun olsa o an aşık olmamam için hiçbir neden yoktu.
Teşekkür edip oturdum. Engelli olmanın en iyi yönü insanları tanımınıza büyük şekilde olanak sağlar. Sizin engelinizden gözlerini alamazlar. Meraklarını presleyemezler ama sürekli bakıp da incitmemek için ikide bir gözlerini kaçırırlar sizden. Yanımdaki ellili yaşlardaki kır saçlı, göbekli gözlüklü adamda arada bir pencereden bakıyormuş gibi yapıp sol kolumun kesildiği noktaya merakla bakıyordu. Uzunca bir süre devam etti buna.
Bu duruma dayanamayıp; “Merhaba.” diyerek gülümsedim. Ne diyeceğini şaşırdı; “Sağ ol evladım, merhaba!” diye karşılık verdi. Yaklandığını düşündüğü için biraz da kızarmıştı. Biraz havadan sudan muhabbet açtıktan sonra; “Ben çok küçükken trafik kazasında kaybetmişim kolumu. Bana da babaannem anlatır.” dedim. Rahatlamış gibi oturduğu koltukta sallanarak; “Çok üzüldüm geçmiş olsun evladım.” dedi. İneceğim durağa kadar uzun uzun muhabbet ettik. Ailemi kaybettiğimden, hiçbirini görmediğimden, babaannemin anlattıklarından ve babaannemin geçen yaz sizlere ömür olduğundan bahsettim. İyi bir arkadaş bulmuş gibiydi. Aynı durakta indik. Derneğe çaya davet ettim. İşim vardı ama hadi seni kırmayayım diyerek kabul etti. İşinin olmadığını biz dahil tüm dünya biliyordu.
Hoş muhabbeti olan bir adamdı. Postahane müdürü ya da eski bir kahvehanesi vardır emekli olmuştur diye geçiriyordum içimden. İnsanların mesleklerini tahmin konusunda oldukça iyiyimdir fakat tutturamamıştım. Emekli bir uzman çavuşmuş. Bunu duyunca babamında bir uzman çavuş olduğunu söyledim. Gözleri parladı, birden neşelendi. Ölmüş de olsa bir meslektaşının oğluyla tesadüf etmesi mutlu etmişti. Laf lafı açtı derken babamı tanıdığını onun bir kaç dönem alt devresi olduğunu söyledi. Çok duygulanmıştı. Ben de öyle. Ne tesadüftü ama. Otobüste insanları alıp derneğe getirdiğim çay ikram ettiğim çok olmuştu fakat böylesi ilkti. Birbirimize numaralarımızı verdik ve vedalaştık.
Bu olaydan tam bir hafta sonra aradım yeniden derneğe çay içmeye davet ettim. Neşeyle kabul etti. Çay içtik tavla oynadık. İki el üst üste mars etti. Emekli bir uzmanla tavla oynamanın en kötü yanı buydu. Tavlada iyi oluyorlardı. İkinci kötü yanı ise bitmek bilmeyen görev hikayeleridir. Anlatır da anlatırlar ve hepsi birbirinin aynıdır. Görev, uzmanlık derken konu babama geldi. İlk kez babaannemden başka birinden babamı dinliyordum. Eski zaman filmlerinin yeniden uyarlaması gibiydi. İlk versiyonundaki tadı vermiyordu ama yinede eski filmin bıraktığı tadın hatırına izleniyordu. Konuşurken konu benim nasıl peydah olduğuma geldi. Anlattıkça başımdan aşağı kova kova kaynar sular dökülüyordu. Yıllarca anne ve babam diye tanıdığım insanların beni yetimhaneden aldıklarını öğrendim. Çocukları olmuyormuş. Oysa babaannem böyle bir şeyden hiç bahsetmemişti bana. Gözyaşlarımı tutamıyordum. Bahçedeki sersebilden gelen su sesi kulaklarımı deler gibi girip beynimi istila ediyordu. Bütün bunlardan habersiz olduğumu, babaannemin eksik anlattığını bilmiyordu. Uzunca bir süre sustum ne diyeceğimi bilmiyordum. Ne denilebilirdi ki?!
Sonunda kelimeleri bir araya getirip cümle yapmayı becerir becermez öz anne ve babamı sordum. Haberi olmadığını söyledi. Günlerce çocuk esirgeme kurumuna gittim geldim. Kaza yaptığımız yılda verilen çocukların listelerine baktım. İki tane daha ablam olduğunu öğrendim. Sonunda gerçek annemin izini buldum.
Dün, gün boyu evde değildim. Bulduğum adrese gittim. Eski zamanlardan kalma bir köydü. İki tepenin ortasına kurulmuş köyde, tepelere yukarı evler üst üste istiflenmiş gibiydi. Tam on iki saat sürmüştü bu köye gelmem. Ömrümün en uzun, zor, düşünceli, yorucu dayanılmaz on iki saatiydi. Köyün içine doğru ilerleyince meydanda toplanmış bir kuru kalabalık gördüm. Yaklaşıp selam verdim ve Sevgi Eyice’nin evi neresi diye sordum. Uzun bir sessizlik ve kalabalığın kesik kolumu incelemesinin ardından on iki yaşlarında bisikletli bir çocuk; “Ne yapacaksın?” diye sordu. “Eski bir arkadaşının oğluyum, ailemden selam getirdim” diye yanıt verdim.
Kalabalık çıt çıkarmadan dinliyordu. Bazıları aralarından fısıldaşıyorlardı. Fakat hiçbiri sesli bir şey söylemeye cesaret edemiyor gibiydi. “Oğluyum ben.” dedi. O an ağlamamak için zor tuttum kendimi. Çocuğun peşi sıra gidiyordum. Her adımda neyle karşılaşacağımı ne yapacağımı, karşıma çıkan insanlara ne diyeceğimi düşünüyor çaresizce ofluyordum o kadar. Sonunda tepenin bittiği yerdeki eve geldik. Bekle diyip kırmızıya boyanmış sundurmanın altından yine kırmızı çerçeveli tahta kapıyı iterek içeri girdi. Kapıyı dank diye yüzüme kapattı. Bir kaç dakika hiç ses çıkmadı. İleri geri yapıyor, ayağımla toprak zeminde yuvarlaklar çiziyor, ayakkabımın ucuyla adımı yazıyor tekrar üzerine toprak atıp bozuyordum. Hala ne söyleyeceğim konusunda bir fikrim yoktu. Biraz sonra kapı gıcırtıyla yeniden açılıp altmış yaşlarında kır saçlı, sakallı eski püskü kıyafetli bir adam kapıya çıkıp beni içeri buyur etti. Kırmızı çerçeveden tutup içeri girdim. Tam o sırada iki kadın apar topar bir odaya girdiler. Gösterilen sedirin üzerine oturdum. Toprak zemin geyikli vir halıyla kapatılmıştı. Engebeli yüzeyi halının altından belli ediyordu kendini. Tavan o kadar basıktı ki çökecek korkusu beş dakika gitmedi üzerimden.
Kısa süreli bir hoşbeşten sonra kimin oğlusun bakalım sen diye girdi yaşlı adam konuya. O sırada iki kadından biri tepside çayla geldi. Orta yaşlardaydı. Diğer kadında kafasını hoşgeldin gibi sallayarak karşı sedire adamın yanına oturdu. Tam arkalarındaki boncukta örme duvar halısına takıldı gözüm. İstanbul Boğazı yapılmıştı. Ne kadar estetik diye geçirdim içimden. Tepsideki bardağı uzanmış tek elimle almaya çalışıyordum ki; “Sevgi bu çocuk eski bir arkadaşıyın oğluymuş.” dedi yaşlı adam. O an elimin bağı çözüldü. Elimdeki bardak geyik desenli halıyı boyladı. Annem karşımdaydı. Gözlerimin önündeki set daha fazla dayanamayacak gibiydi. Zararı yok diyerek bir yer bezi attılar oraya. Birden dökülüvermeye başladı ağzımdan cümleler. Gözümle bir istanbul Boğazına bakıyor bir geyik desenlerini inceliyordum. Kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyordum. Gözümden akan yaşlarla halıdaki bütün geyikler boğulmuştu. Bitirdiğimde ev halkı, kapılar, duvarlar, geyikler, İstanbul Boğazı dahil her şey ağlıyordu.
Söz sırası annemdeydi. Hala garip geliyor bana anne kelimesi. O kadar ağlamıştı ki hala hıçkırmaktan konuşamıyordu. Öz babam öldüğünde bana hamileymiş. Babamın neden öldüğü hala bilinmiyor. Kim vurduya gitmiş anlayacağınız. İki tane kız çocuğu ve karnı burnunda ortada kalmış. Ana ocağına sığınmış fakat orada da anca üç yıl kalabilmiş. Karşımda oturan adama falanca köyde bir kadın var sana alalım demişler. Annesi ben kutu gibi evde kendime zor bakıyorum var git bu adama rahatına bak kurtulursun demiş. Beni ve ablalarımı alıp çocuk esirgeme kurumuna vermişler. Sonra trafik kazasını duymuşlar adam araştırmış benim yaşadığımı öğrenmişler almak istemişler ama babaannem ben bakarım çocuğuma diyerek vermemiş. Sonrası malum işte beni buraya getiren çocuk olmuş, iletişim kopmuş falan.
Bitirdiğinde kimsenin tek kelime edecek mecali kalmamıştı. Sonra ilk olarak adam kalkıp sıktı elimi ve sarıldı bana. Hiçbir şeyimdi ama her şeyim gibi sarılıyordu bana. Sanki kendi oğluna sarılır gibi sarılıyordu. Sonra annem kalktı koşar adım sarıldı. Hayatımda hiç kimse böyle sarılmamıştı bana ve ben ilk defa o gün hissettim sol kolumun eksikliğini. Hala inanamıyordum şu an boynumda yaşlarını hissettiğim kadının annem olduğuna. Numaramı aldılar her zaman görüşmek istediklerini oranın yuvam olduğunu söylediler. Ellerini öpüp vedalaştım.
Kapıyı açıp çıktığımda uçak geçiyordu gökyüzünde. İnsanlar genelde uçakları yakından görünce şaşırırlar oysa ben ilk defa bir uçağı bu kadar yüksekten uçarken görmüştüm. On iki yaşındaki çocuk tepeye doğru koşuyordu. “Uçak, abime ve ablalarıma selam söyle!” diye. El salladım ben de çocuğa.
Hayatımın bir ayda altı üstüne gelmişti. Altı mı daha kötü üstümü daha kötü ben bile bilmiyordum. Siyahla beyaz gibiydi.