Psikolojideki psişi/psyche kavramının ruh denen olgudan farkı nedir? sorusuyla başlayalım:
Göksel anlamdaki ruhla ilgisi olmayan psikoloji kavramı; psikolojinin kurucusu sayılan S. Freud’a göre zihnin üç bölümden oluşan kısmıdır. Bunlar; id (alt benlik), ego (benlik) ve süper egodur (üst benlik).
Esasen; Yunan Mitolojisi’nden gelen bir isim olan Psi (Psyche), aşk tanrısı Cupid’in eşidir ve ruhun ölümsüzlüğünü simgeler, ruhun ve aşkın ayrılmaz bütünlüğünü anlatır. Daha sonraları bu mitolojik kavramlar, Eros ile Piske ikilisine de dönüşmüştür. Ancak, psikoloji biliminin gelişim sürecinde iki farklı anlam daha kazanmıştır; a- insan ruhu, b- insan zihni. Aslında psikoloji: Gözlenebilir davranışları, duyguları ve zihinsel süreçleri tanımlar, ruhu tanımlamayla pek de ilgisi yoktur.
Psikolojinin Türkçesi ruhbilim… Biz henüz ruh nedir, nerededir, var mıdır, yok mudur sorularının yanıtlarını tartışırken ve hiçbir bilimsel kanıt bulamamışken, ruhun bilim dalını kurmuşuz. Ve on binlerce yıldan beri hissedilen, düşünülen, tezahürleri yaşanan ve inanç sistemlerince varlığı anlatılan bir kavram olan ruha, bilimsel bir yaklaşım getirmek ve bu kavramın yarattığına inandığımız sorunları çözebilmek için psikoloji ve psikiyatri dallarını oluşturmuşuz.
Peki, psikoloji biliminin her insanın ruhsal özelliği olan ego ve süperego kavramlarının adını koymasından, ruhbilim ve psikanaliz gibi ekoller geliştirmesinden ve bilinçaltı, bilinçötesi gibi olgulara bilimsel açıklamalar getirmesinden bu yana hiç mi mesafe kaydetmedik?..
Bir psikiyatriste sorarsanız, bunun yanıtı mutlaka “çok uzun mesafeler aldık” olacaktır. Çünkü gerçekten çok araştırma yapıldı, yepyeni bilgiler elde edildi ve tedavide kullanılan ilaçlar ve yöntemler geliştirildi. Bana sorarsanız, hâlâ yolun başında olduğumuzu söyleyebilirim. Zira Psikoloji, sadece bilinçaltıyla ve davranışların kökeniyle uğraşmak ve buralardaki aksaklıkları kendi yöntemleri ile çözmek veya kontrol etmekle meşgul. Ama Tanrı kadar eski bir kavram olan ruhun varlığı ve tarifi üzerinde on binlerce yıldır henüz ortak bir görüş oluşturmuş değiliz. Kimilerine göre ruh diye bir olgu mevcut değil… Kimileri ruhun beynimizdeki elektrik akımları ve kimyasal değişikliklerinden başka bir şey olmadığını düşünüyor… Kimileri ruha ilahi bir sıfat yüklüyor… Kimileri de ruhu cansız atomlardan oluşmuş bedene hayat veren “akıllı enerji” olarak görüyor. Ben sonuncu gruptayım.
Adına mizaç dediğimiz ve daha üç aylık bebekken kendini gösteren yaradılış özelliği ruhsal değil de nedir acaba?
Mizaç konusunda beni ruhî açıdan en çok ilgilendiren özellik, kişinin hassas veya “vurdumduymaz” olmasıdır. Çünkü duyarlılığın, sonradan kazanılan değil, büyük oranda doğuştan gelen bir özellik olduğu inancındayım; ayrıca aşırı duyarlı kişilerin telkine açık oldukları için daha sık depresyon yaşadıkları kanaatindeyim.
Hassas bir kişilik için eğitim, dikkat ve yoğunlaşma, detayları görebilme ve zekâ düzeyi gibi zihinsel özellikler elbette gerekli ve bunlar yaşam boyunca geliştirilebilen özellikler; fakat yüksek duygusal zekâ, duygudaşlık, sezgi yoğunluğu, telepati, altıncı his, telkine açık olma/olmama, ruhsal titreşimleri algılayabilme ve tercüme edebilme yeteneği bence doğuştan gelen ruhsal özellikler…
Özetle şunu savunuyorum: Düşünsel olguları iyi tercüme edebilmek için zekâ, eğitim, kültür, mantık ve özel bazı yetenekler gerekiyor. Duygusal etki ve tepkileri iyi yorumlayabilmek ve pozitif yönde kullanabilmek için de psikoloji bilgisi, duygusal zekâ ve duygusal yoğunlukları deneyimlemiş olmak gerekiyor. Ruhsal titreşimleri algılamak ise, “yüksek frekanslı bir ruh” veya ruhsal zekâ gerektiriyor.
Yeri gelmişken, kendi ruh tanımlamamı da yapmak isterim. Ruh: bedenimizdeki o mükemmel mekanizmaların görkemli bir koordinasyon ve haberleşme sistemi içinde görevlerini yapabilmelerini sağlayan enerjinin ta kendisidir. Ama bu enerji paketinin, lambalarımızı aydınlatan elektrik enerjisinden bir farkı var; “akıllı” olması. Bu enerji ne yaptığını ve ne yaptırdığını çok iyi biliyor; “donmuş enerji” olan cansız maddeyi hareket ettiriyor ve şekillendiriyor; etkisini gözle görülür biçimde madde üzerinde tezahür ettiriyor.
Ruhun bedenimiz üzerindeki etkilerini büyük bir çoğunluğumuz fark edebiliyoruz ve zaten psikoloji ve psikiyatri, bu etkileri saptamak ve olumsuz olanlarını gidermekle meşgul. Fakat çok azımız bu etkileri doğru tercüme edebiliyoruz. Bunları, bazılarımız duygularla, bazılarımız düşüncelerle, bazılarımız vücudun kimyasıyla ve bazılarımız da dış etkenlerle karıştırıyoruz. Hâl böyle olunca da ruhsal rahatsızlıklarımızın nedenlerini ilgisi olmayan yerlerde aramaya başlıyor, nitekim sağlıklı bir sonuca ulaşamıyoruz.
Son zamanlarda, bu konular üzerinde fazlaca düşününce, zihnimde yepyeni yorumlar gelişti. İşte bunlardan bazıları: Enerji görünmez. Bizim görebilme duyumuz belli dalga boyutları arasında kalan bir spektrum içinde işe yaradığı için, biz enerjiyi ya maddeye dönüştüğü zaman ya da etkilerini gösterdiği zaman fark ederiz (ısı, ışık, rüzgar vb.). Enerji -büyük kabule göre- ya parçacıklar (partikül) hâlinde (foton veya elektron gibi) ya da dalga olarak hareket eder ve yayılır (uzun, orta, kısa, mikro dalgalar gibi). Dalga olarak yayılan enerjinin hızı, dalga boyu ve frekansı çarpılarak bulunur. Sözgelimi, bir dalganın boyu 12 cm. ve frekansı saniyede 2.450 milyon ise, bu dalganın hızı: 0.12 metre x 2.450 saniye eşittir 294.000 km/saniye demektir. Bu da ışık hızına yakın bir mikro dalgadır.
Somut olsun diye bilgisayardan bir örnek verelim: Benim bilgisayarımın işlemcisi Pentium III ve 550 Megahertz hıza sahip. Bir Herz; bir saniyede bir dalga frekansı demektir. Megahertz ise; bir saniyede bir milyon dalga frekansıdır. 550 MHz demek 550 milyon frekans/saniye demektir ki bu, bilgisayarımın ışık hızının üçte biri bir hızla işlem yaptığı anlamına gelir. O nedenledir ki evinizden ta Çin’e gönderdiğiniz bir elektronik posta yerine hemen ulaşır. Çünkü bu hızla giden bir şey, dünyanın çevresini bir saniyede iki kez dolaşabilir.
Peki, acaba akıllı enerji olarak kabul ettiğim ruhun bir dalga boyu ve frekansı var mıdır? O’nu bir enerji olarak kabul ettiğimizde, elbette vardır dememiz gerekir. Bence, ruhlarımızın farklılığını ve duyarlılığını sağlayan şey de bu dalga boyutlarının ve frekansların her insanda farklı oluşudur. Örneğin, birinin ruhsal enerjisi 10cm. x 2.100 saniye iken, bir diğerinin 12 cm. x 2.490 saniye olabilir ve aradaki hız farkı onların duyarlılık düzeyini belirleyebilir. Bu durumda, “uzun dalga bir ruh”un, “kısa dalga bir ruh”un titreşimlerini algılama ihtimali oldukça zayıftır.
Konuya böyle yaklaştığımda, ruh konusunu anlaşılır hâle getirmek daha kolay oldu benim için. Ruhsal duyarlılığı daha somut biçimde anlayabildim. Uzun dalga ruhlu birinin “karnı geniş” olmasının doğal olduğunu kavrayabildim ve kısa dalga ruha sahip birinin neden o denli hassas ve her şeyden “nem kapan” biri olduğunu açıklayabildim kendi kendime. Bu durumda, aşağıdaki sonucu çıkarmak zor olmadı:
“İçime doğdu” diye dillendirdiğiniz şeyin nasıl oluştuğunu hiç düşündünüz mü? İlham denen şeyin mahiyeti nedir acaba? Telepati, önsezi, altıncı his ve hatta vahiy denilen fenomenlerin kaynağı nedir, diye hiç sordunuz mu kendi kendinize? Ve acaba tüm bunlar, ruhsal titreşimlerin Biyolojik Bilinç’imiz tarafından tercümesi olamaz mı?
Yorum ve inanma özgürlüğü sizin…
Mehmet Sağlam
11.06.2007