“Söylenmesi gereken her şey zaten söylendi.
Fakat kimse dinlemediğine göre tekrar söylenmesi gerek.”
André Gide
Yaşanılan felaketin nasıl isimlendirildiğinin bile ardında yatan bir saikın olduğu açık olan, etkisi süren ve sürmeye de devam edecek bu deprem hakkında ne yazılmalı ki? Ne yaparsak yapalım birileri yazılanları işine geldiği gibi okumaya, bulunduğu konuma göre bakmaya ve dahi yargılamaya çalışacak. Çünkü söylenilenin ne olduğuna değil de ne niyetle söylenildiğine bakılıyor. Peki bu idrardan karakter belirleyiciler ne kadar önemli hayatımızda? Ya da belirleyici olmalı mı? André Gide’nin yukarıdaki sözüne mim koyarak tekrar söylenmesi gerekenleri söyleyip tespitlerimizi yapalım ve niyet okuyuculara da kolaylıklar dileyerek devam edelim.
Israrla tekrar edeyim. Kimse bu yazıdan yeni ya da mucizevi bir söz söylememi beklemesin. Zira sorunumuz yine yukarıda sözü edildiği gibi söylenmesi değil dinlenmemesi. “Yaşanılan bu felakette söz söyleme hakkımız var mı?” diye soranlara ise kendilerine vatandaş olarak sorumluluk hatırlatması yapmamıza gerek yoktur diye düşünüyorum. Hak yok ödev var mantığının zihinlere yerleştiği bu topraklarda nedense yöneticilerden hesap sorma geleneği yerine ülü’l-emre (hem yetkili hem de görevli kimseleri ifade eder) itaat geleneği daha hakim olduğu için maalesef hakkımız olanların farkında olmayı bırakın farkında olunsa bile bu hakkın peşinde koşmayı bile düşünemiyoruz.
“Bu kadar acı bir felaketin yaşandığı zamanda böylesi bir hesabı sormanın toplumsal dayanışmaya zarar getirir endişesi taşıyarak yapılmamalı” diye düşünenlere ise Adana’ya giden AKP Sözcüsü Ömer Çelik‘in “‘Cumhur ittifakı’ olarak hepimiz sahadayız” demesini hatırlatalım. Mevzu politik ise soru sormak da hakkımız. Ve üstelik cebimize girenden ve çıkandan vergi alan bir devletin kamu kaynaklarını nasıl kullandığını, kamu yararının ne kadar gözetildiğini sorgulamak da aynı derecede hakkımızdır diye düşünüyorum.
“Halk acı çektiğinde çığlık atar yakınır ve bu halkın hakkıdır ama bir devlet halkını tehdit edemez bir devlet nara atamaz” diyen Dücane Cündioğlu ile başlayalım. En ufak bir serzenişe dahi tahammül edilmemesi ve üstelik deprem öncesi merkezi ve yerel idarelerin onca kusurlarına rağmen ve deprem sonrasındaki kurtarma çalışmalarının aksamasından ötürü yaşanılan kayıpların artmasının hesabını sormak neden bir tehdit unsuru olarak kafamıza kakılmaya çalışılıyor. “Böyle bir günde bile siyaset yapıyorlar” diyen ve 1999 Ağustos depreminden sonra şu satırları yazan Ömer Çelik’in hakkı var da şu anda Kahramanmaraş depremlerinin yaralarını sarmakta gözlenen yetersizlik ve karmaşayı dile getirenlerin hakkı hiç mi yok?
“Depremin ilk saatlerinde ortada olmayan ‘devletlu’ zevat, aradan saatler geçtikten sonra her köşe başından başlarını uzatıyor. İş yapmak adına bildikleri tek şey, açıklama yapmayı kesintisiz bir biçimde sürdürmek. Yapılan işlerin ne kadar beceriksizce yapıldığını tesbit edenlere görünürde kırgınlık ifade eden ‘yetkililer’, el altından da gözdağı veren bir tutumu, devletin âli menfaatlerini korumanın tek göstergesi gibi sunmanın gayreti içindeler.” Ömer Çelik
Peki, bizim bu satırların üstüne 1999 depreminden tam 24 yıl geçmesine rağmen müdahale açısından o zamanın bile gerisinde kalındığını ve yaşanılan tecrübeden de gerekli derslerin alınmamasından ötürü bu kadar çok kaybın yaşandığını dile getirme hakkımız yok mu?
Ya da sevgili Ünsal Ünlü‘nün daha önce yaşanıp da kendisinin gazeteci olarak deneyimlediği “hiçbir deprem felaketinde Kızılay’ın sıcak mutfağını kurup çorba dağıtamadığı tek bir felaket bile görmedim” deyişini görmezlikten mi gelelim. Ünsal Ünlü bu programda yaşanılan daha birçok organizasyon eksikliğini anlattı ve benim burada onları tekrar etmeme gerek yok. İnsanların muazzam dayanışmasıyla yaşanılan felaketin boyutlarını bir ölçüde de olsa azalttığını gördüğümüz aşikar. Derdim kusurları gündeme getirerek bu duyguları törpülemek değil. Sadece bu tarz durumlarda yaşanılan eksikliklerin, hataların insan hayatına mal olduğunu ve de her bir can kaybının önlenmesi için her sorumlu yurttaşın bu sorunların bilincinde olması gerektiğini düşünüyorum.
Yaşanılan acıların bilinmeden meydana geldiğini söylemek abesle iştigal eder. Naci Görür hocadan bahsetmeme gerek yok sanırım. Yine onun yaşanılan bu felaketten önce ne kadar çırpındığı herkesin malumu. Son olarak Garo Paylan‘ın 9 Mayıs 2018’de Meclis Genel Kurulu’nda ‘imar barışı’ yasa teklifiyle ilgili konuşması da tedbirsizliğin hangi boyutlarda olduğunu gösterir nitelikte. Gerekli tedbirlerin alınmaması, yapılması gereken elzem kontrollerin olması gerektiği gibi yapılmaması, depremin yaşanılacağına ilişkin uyarıların dikkate alınmaması bu felaketin göz göre göre yaşanıldığının göstergesi gibi.