Tıp fakültesini bitirdikten sonra hemen askere gitmiş, askerlik dönüşü bir süre pratisyen olarak çalıştıktan sonra ihtisas yapmaya karar vermiştim. Fakat o sıralar şimdiki gibi “Tıpta Uzmanlık Sınavı” gibi ortak bir uzmanlığa giriş sınavı yoktu. Uzman olmak isteyen doktorlar bakanlığın açtığı bir sınava giriyorlardı. Bu çok saçma ve adaletsiz bir sınavdı. O kadar ki 100 üzerinden 100 alan bir genç doktor sınavı kaybedebiliyordu. Çünkü daha önce doğuda çalışan doktorlara ay başına bir puan avantaj tanınıyordu. Söz gelimi doğuda üç yıl çalışmış biri o sınava cebinde 36 puanla giriyor, sınavdan 65 bile alsa, toplamda 101 puana ulaşarak, 100 puan alanın önüne geçiyordu. Siz ağzınızla kuş tutsanız sınavı kazanamıyordunuz.
Sonuçta ben artık Türkiye’de ihtisas yapmaktan ümidi kesmiş ve kendimi o yılların modası olan Almanya furyasına kaptırmıştım. O dönem, gerçekten de çok sayıda doktor yurdu terk edip Almanya’ya yerleşmişti. Bunların bir kısmı artık oralı olmuş, bir daha geri dönmemiştir. Sonuçta biz de tası tarağı toplayıp “Alaman’ın gurbeti”ne gittik.
Almanlar doğal olarak sadece doktor açığı olan branşlara doktor kabul ediyorlardı. Daha açıkçası yabancı doktorları ancak kendi doktorlarının burun kıvırdığı, özellikle muayenehane açma olanağı olmayan branşlarda çalıştırıyorlardı. Bu açıdan hem Almanlar, hem de bizimkiler için en ideal branş anestezi idi. Nitekim oraya giden doktorların neredeyse tamamına yakını öncelikle anestezi ile işe başlarlardı. Tabii çok az Almanca bilen ya da benim gibi hemen hiç bilmeyenler için, anesteziden daha uygun bir branşı bulmak mümkün değildi. Anestezi uygularken sonuçta hastaya bir iğne yapıp uyuttuğunuz için, haliyle hastayla öyle uzun uzadıya konuşmaya falan hiç gerek olmaz.
Efendim anlatacağım öykü, 1976 yılında, benim Almanya”daki o ilk aylarımda yani en acemi zamanlarımda, Solingen Stadt. Krankenhaus’ta yaşadığım trajikomik bir olaydır.
Almanya’da çok düzenli çalışan bir acil servis vardır. Bu serviste çok özel eğitim almış kişiler çalışır. Bu kişiler özellikle hastaya yerinde müdahale etmek, hastaneye taşımak konularında uzmanlaşmışlardır. Aslında doktor olmayan bu kişiler nedense hep şişman, kırmızı yanaklı, sarı-kızıl sakallı olurlardı ya da bana öyle gelirdi. İşte onlardan biri aracı kullanır, biri de elinde telsizle sağa sola komut yağdırır.
Son derece özel donanımlı olan bu araçlar sadece hasta taşımanın ötesinde adeta yürüyen bir hastane gibidir. İçinde her türlü tıbbi müdahalenin yanı sıra bazı ameliyatları bile yapacak donanıma sahip olan bu araçların tepesinde kocaman harflerle “Rettungswagen” yazar, bunu “kurtarma aracı” diye çevirebiliriz. Almanlar dilleri konusunda oldukça tutucu hatta bağnazdırlar. Bizim gibi batılılaşmaya ya da modernleşmeye çok hevesli olmadıkları için Almanca’nın kapılarını önüne gelen her Amerikanca sözcüğe açıvermezler. Bu nedenle “Ambulans” sözcüğünü hiç kullanmazlar. Aslını sorarsanız bu kelimeye ben de hiç ısınamadım. Türkçemizde “Cankurtaran” gibi çok güzel ve anlaşılır bir sözcük varken, bu ithal sözcüğü niye kullandığımızı hala anlayabilmiş değilim. Üstelik de ambulans kelimesinin orijinal anlamı da cankurtaran sözcüğünün yerini tutmaz. O dolaşmak, ayak üstü… falan gibi bir anlama gelir, her neyse. Son zamanlarda bir de ambulans yerine araçların tepesine SNALUBMA hatta daha da asri olsun diye ECNALUBMA yazmak modası var. Önceleri bunun sebebini anlamamıştım. Sonra sorup öğrendim. Meğer bu, trafikte araç kullanan birinin, arkasından gelen aracı, kendi aracının aynasından gördüğünde, tersten yazılmış yazıyı düzden okuması içinmiş! Çok doğru tabii. Mesela ben araç kullanırken ne zaman dikiz aynamdan arkadaki aracın üstündeki ECNALUBMA yazısını görsem, bunun bir ambulans olduğunu hemen şıp diye anlayıverir ve kenara çekilip, yol veririm. Fakat ben aynamdam ne zaman doğrudan AMBULANS yazısını görsem, arkamdan sağa sola ışıklar saçıp, siren sesleri ile ortalığı birbirine katarak yaklaşan aracı hep araba vapuru sanmışımdır(!).
Neyse biz yine dönelim hikayemize. İşte yukarıda tarif ettiğim aracın ve ekibin başında kanunen mutlaka bir doktorun bulunması gerekir. Bu doktor da genellikle anestezistlerden seçilir. İşte ben de Almanya’daki o en kıtıpiyoz günlerimde, adımı ambulans nöbeti listesinde gördüğümde karalar bağlamıştım. Tasası günler önceden içime çökmüştü. Ama yapılacak bir şey yoktu.
O gün şefim bana sıkı sıkı tembih etmişti: “Bak Herr Doktor, bu cebindeki telsiz çaldı mı, bil ki 90 saniye içinde bu araç hareket edecektir! Nerede olursan ol, 90 saniye içinde araçtaki yerini almak zorundasın. Sakın unutma!”. Buraya kadarını unutmam mümkün değil de, peki sonra ne yapacaktım? Çünkü hem meslekte çok acemi idim, hem de o yarım yamalak Almancam ile etrafta ne olup bittiğini anlamam bile çok zordu.
Nöbet günü ilk işim, bildiğim bütün duaları etmek oldu. Mümkün mertebe ambulanstan uzaklaşmamaya dikkat ettim. Hatta birkaç kez ambulanstan belli bir mesafeye kadar uzaklaşıp, geri dönme provası bile yaptım. Telsizin çaldığını farz edip, bir taraftan saatime bakarak hızlı hızlı ambulansın yanına döndüm. Şans bu ya tuvalet koridorun öteki ucundaydı. Oradan ambulansın yanına ulaşmak 20-25 saniyemi alıyordu. Ne demek istediğimi mutlaka anladınız. Gönül rahatlığı ile hacet etmek bile haramdı bana. O gün benim dualar öğleye kadar idare etti ve cebimdeki telsiz hiç çalmadı.
Fakat öğleden sonra işte o müthiş an gelmişti ve benim telsiz çalıyordu! Hemen fırladım ve işte bilmem kaçıncı saniyede ekibimin başındaydım. Arabanın motoru ise çoktan çalışmaya başlamıştı bile. Birkaç dakika sonra bizim araç yani o yürüyen hastane şehrin caddelerinde hızla yol alıyordu. Ben önde, o iki sakallının arasına büzülmüştüm. Şoför olanı hiç konuşmuyordu, bütün dikkatini yola vermişti. Ambulans son derece süratle Solingen caddelerinde yol alıyordu. Ötekisi ise elindeki telsizle birilerine devamlı bir şeyler anlatıyor, talimatlar yağdırıyordu. O kırık dökük Almancam ile anlayabildiğim kadarıyla bir adam kalp krizi geçirmiş olmalıydı. Bizim ambulansın sireni ortalığı yıkıyordu. Tepesindeki kırmızı mavi ışık da fırıl fırıl dönüyordu. Yoldaki araçlar sağa sola kaçışıp, bize yol açıyorlardı. İnsanlar pencerelere, balkonlara çıkıp merakla bize baktıkça, ben kendimi hastayı kurtarmaya giden doktordan çok, hastaneye yetiştirilmeye çalışılan bir hasta gibi hissediyordum; şaşkın, korkak ve tedirgin. Zaten çok ufak tefek biri olan ben, o iki iri kıyım sakallının arasında saksı gibi oturmuş, şimdi kendimi daha da küçülmüş hissediyordum. Bir süre daha o canhıraş siren sesleri ile şehrin sokaklarında dolaştık. Bana sorarsanız kalbimin atışları sirenleri bastırıyordu.
Sonunda şehrin dış mahallerini geçtik ve bahçe içinde iki katlı bir evin önünde durduk. Benim kafamdaki plan çoktan hazırdı; araç durur durmaz bu bizim iki sakallı nasıl olsa fırlayacaklardı. Ben ise eften püften bir bahane ile biraz oyalanacak, ağırdan alacaktım.
Yanlarına gittiğimde ise nasıl olsa onlar çoktan müdahaleye başlamış olacaklardı. İşte ben de onlara “Harikasınız çocuklar, ben de zaten böyle yapın diyecektim” demeyi planlamıştım.
Tam da düşündüğüm gibi oldu. Araba durunca bizim iki sakallı ellerinde içi ilk yardım araç ve gereçleri, ilaç dolu iki büyük çanta ile fırladılar. Koşa koşa evin merdivenlerini bir solukta çıkıp, ikinci kata daldılar. Ben ise oyalanacak bir şeyler arıyordum. Saçma bir bahane bulup, kısa bir süre araçta kaldım. Sonra mecburen indim. Sanki bir sorun varmış gibi aracın kapısını birkaç kez açtım kapattım falan. Artık yapacak bir şey kalmamıştı, mecburen “olay yeri”ne gidecektim. O sırada bilmem benim bu şaşkın hallerimi gözlemleyen başka birileri var mıydı ama ben kimseyi fark edecek durumda değildim. Çok sıkıntılıydım. Derken istemeye istemeye eve yöneldim. Ayaklarım adeta geri geri gidiyordu. Tam ben evin bahçe kapısına gelmiştim ki, baktım bizimkiler merdivenlerden aşağı iniyorlardı.
Hasta ölmüştü.
Ben rahmetliyi hiç görmedim. Ama o gün hep Allah’ın beni koruduğuna inanmışımdır. Hastaneye geri dönerken içimi bir rahatlık kaplamıştı. O gün başka hasta çıkmadı.
Bana bir daha ambulans nöbeti yazmadılar.