Yine aynı şeyler, hep başkalarına olur olmaz yerde sinirleniyor diye kızarken, ben de canımın sıkıldığı bir şey olduğunca en yakınımdaki insanlara bağırıp çağırmaya başlıyorum. Kendimce haklıyım tabii. Sinirlilik bizim özümüzde var. Soyumuzdan gelenler sinirli insanlar olmasa biz sinirli olur muyduk hiç!
Biz Türklerin başka hiçbir toplumda bulamayacağınız nitelikte güzel özellikleri vardır; misafirperverlik, paylaşım gibi. Ama biz genellikle olumsuz olanları duyarak yetiştiğimizden yüz yıllık geleneği bozmayacağım ve size ülkemdeki magandaların manzaralarını sunacağım.
Bizler galiba biraz değer ölçemez insanlarız. Cahilliğimizden mi kaynaklanıyor bilmem? Gün geçmiyor ki düğünlerde ölen bir insanın haberini alalım. Maganda kurşunu magandayı da bulmuyor. Gidip gencecik, hayata dört elle sarılan kim varsa ona isabet ediyor. Sen git geceni gündüzünü ülkene ver, sonra da gözlerinin kepenklerini sonsuza denk indirsinler. Bunun bedeli nedir? Buna nasıl adaletsizliktir.
Bunlar son zamanlarda ortaya çıkan icatlar değil. Ülkemin insanı bunları yıllardır yaşıyor. Değişen tek şey ise zaman geçtikçe bu olayların sayısının mantar gibi çoğalması ve birçok kişiyi tehdit eder olması. Artık zenginler, orta halliler kısacası büyük bir kesim tehdit altında sayılabilir.
Bu noktada insanoğlunun bir özelliğini ortaya sermek gerekiyor;
İnsanlar ancak kendinin ya da sevdiklerinin hayatları risk altına girdiğinde başkalarının yaşadıklarını gerçekten anlayabiliyor.
Düzce depremi oldu, içimiz cız etti belki, peki hangimiz orada hayatını kaybedenler ya da onların yakınlarının yaşadıklarını yaşayabildik. Aradan yıllar geçince televizyon haberlerinde tekrar bazı şeyler anımsıyor muyuz? Bu kişileri hatırlayabiliyor muyuz? Benim nefsim buna yetmiyor doğrusu.
Kötü niyetli olmak istemiyorum ama bundandır ki; sosyal içerikli eğitim projelerine destek olanların sayısı git gide artıyor. Ne güzelde oluyor doğrusu! Sanki bir Robin Hood çıkmış da zenginden aldığını fakire veriyor.
Dedim ya bu magandalar öyküsünde herkese bir yer var artık. Geçen gün evimizin yakınlarında yürüyordum. Bir araba yanımdan geçerken neredeyse bana çarpacaktı; kendimi zor çektim. Sonra araba biraz ileride durdu, içinden bir genç bana baktı. Ben de gözümü gözünden çekmeyince beni öyle beklediler. Sonra kafamı çevirip yanlarından geçtim. Bir kaç kez yolumu keser gibi yakınlarımdan geçtiler. Neyse badiresiz atlattık.
Yine moralimin çok bozuk olduğu bir gün, otobüse atlayıp İnciraltı’na gittim. Başladım korkarak fotoğraf çekmeye. Sonra gökyüzünün renklerine ve kuşların ihtişamlı uçuşlarına kanmışım ki iskelenin kenarına kadar gelmişim. Bu iskele insan kalabalığının dibinde olan bir iskeleydi, üstelik iyi giyimli bir amca da iskele kenarından denizi izliyordu. Daha sonra amca gitmiş fark etmedim. Fotoğraf çekmeye dalmışım arkamdan birden gelen sesler ile irkildim. Birileri küfrederek bana yaklaşıyordu. Döndüğümde bu seslerin iskelenin ortasına tuvaletlerini yapan tinerci çocuklara ait olduğunu fark ettim. Affedersiniz, gel benimkini de çek diyor ve küfrediyorlardı. Arkamı dönüp hızla kaçmaya başladım. Zaten yapabileceğim başka bir şey de yoktu. Arkamdan geldiklerini fark ettim, dua ederek uzaklaştım. Nihayet insanların arasına ulaşmıştım. Hayat devam ediyordu tüm telaşıyla. Derin bir nefes aldım. Üzerimden soğuk terler boşanmıştı. Özdilek Alışveriş Merkezi’ne doğru ilerledim. Ve içimden bağırmak geldi haykırırmışcasına; “Niye?” diye… Biz bu ülke için gecemizi gündüzümüzü verirken bunları yaşamayı hakediyor muyuz?
Hayatın karelerini çekmenin de bir bedeli varmış demek. Şimdi yıllarını fotoğraflara veren insanların değerini daha iyi anlıyorum.
Dün de sabah yürüyüşten dönerken bir arabadaki amca motorsikletli bir çocuğa küfretmiş. Motorsikletli çocuklar da sinirlenip adamın üzerine yürüyünce adam sesini çıkaramadı. Lakin öyküleri artırmak mümkün bildiğiniz üzere…
Şimdi üniversite de Türk Dili dersini iki yılın sonunda zor geçebilen bir kişi olarak küçük bir Türkçe dersi vermek istemekteyim. Hani dersi geçmek ayrı anlamak ayrıdır ya. Ben bunun ikincisinin daha makbul olduğuna inanan biriyim.
Gelin bir kaç kelimeyi köklerine ayıralım bakalım bizlere bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar mı?
Vatan – daş: Aynı vatandan olan insan.
Arka – daş: Bir kişiyi kollayan, arkasında olan insan.
Meslek – taş: Aynı mesleği sürdüren. Bu meslekte uzmanlaşmayı ve başarıyı bekliyen kişiler.
Yol – daş: Gittiğiniz yolda size inanan, destek olan kimse. Kısaca hayat arkadaşı.
Dilimiz bir şey ifade ediyor. En büyük Türkçe dersi, anladım ki; dersin yaşanması ile öğreniliyormuş.
Dilimiz çok güzel ama yaşayan kim? Onu yaşatan kim?
Önce adam olmayı öğrenmek lazım! Adam gibi adam olmayı…
Bora Eke
(Buca, İzmir, Ege Bölgesi, Türkiye, 14.09.2005)