Dünyaya Borcumuz
“Bu ağaçlar da bir gün kuruyacak.” diye geçirdi içinden, yol boyu yürürken izlediği ağaçlara bakarak. Sonra “Yıllara meydan okuyan o büyük gövdesi basit bir darbeyle yere serilecek. Belki biraz kalın olursa devrilmesi de biraz daha uzun sürer.” dedi. Tıpkı insan gibi. Ne kadar güçlü durursa o kadar çok yıkılmak isteniyor, hem insan hem ağaç. Ağacı yıkan da insan üstelik, insanı yıkan da…
Alışmak lazım. Yaşam böyle bir şey. Bize bir söz falan vermiş değil, mutlu edeceğim sizi ya da her şey mükemmel olacak diye. Defoluyuz işte. Ruhumuz defolu. Ne kadar yama yaparsan yap, iyi dikemeyince soğuk giriyor boşluklardan. Dışarıdan da görünüyor o yamalar. Yamalıyız, yaralıyız…
En mutlu anlarda bile birden gözlerinin boş boş baktığını hissedersin. Eksiktir bir şeyler çünkü. Anlayamaz yaşamayan. Ya baba eksiktir ya anne. Bir şeyi kaçırmıştır ruh ve yakalayamaz da. Yaşayan bilir en keyifli anda gelen hüznü. Böyle… Yaşa işte, derinlere gitme, yüzeysel ol. Mutlu olmaya çalışma, mutsuz olma.
İnsan bazen mutsuzluğunun ya da öyle hissedişinin sebebini bulamadığından yakınır. Bulması da gerekmiyor aslında. Bulmamak daha iyi bazen, insan farkında değil. Kendine iyi gelmiyorsan başkalarına iyi gel. Hayat felsefem. Kendi yaramı saramadığımdan belki, başkalarıyla iyileştim. Başkalarının acılarıyla yüzleşebiliyordum çünkü. Kendiminkiyle değil. Kaçış. Algıyla ilgili her şey. Algıladığımız gibi yaşıyoruz, ve yanlış algılıyoruz. “Yaşamı seçmedik ona maruz kaldık. Şaşkınız.” der Dücane Cündioğlu.
Seçildik. Hak kazandık yaşamaya belki. Tek bildiğim yaşamak lazım. Öyle ya da böyle. Bizim dünyaya borcumuz bu: Yaşama.