Yabancılaşmak…
Bir nevi kendi ruhunun girdaplarında kaybolmak ve bir kaosa sürüklenme hali.
Dış dünya ile bağlarının kimi zaman bile-isteye kimi zaman da çevresel faktörlerin etkisi ile yavaş yavaş ya da ani bir ivmeyle kopması.
Empati ve sempati sisteminin günlük hayatta gitgide daha da azaldığı günümüz şartlarında, kişi; kendisi ile empati kur(a)mayan insanlar topluluğundan uzaklaşarak, hem kendisine ve yaşadıklarına, hem de dış dünyaya karşı bir görünmez duvar örer.
Yalnızlığıyla ve iç dünyasının girdaplarıyla baş başa kalmayı seçer.
Ve bu dış dünyaya yabancılaşma süreci, kendisine yepyeni ufuklar açar; eğer kendi farkındalığı yüksekse tabii.
İçsel yolculuğa çıkar ve yolculuk sırasında kendi özünü çok daha iyi keşfeder ve sever.
Tozlu kirpiklerin arasından puslu bir dünyaya bakmak gibidir yabancılaşmak; kendi kabuğuna çekilmek ve orada yaşamak…
İlk başlarda neredeyse tüm insanlardan, insanlıktan nefret etme eğiliminde olan kişi, içsel yolculuğunu başarı ile bitirebilirse, karşılaştığı gerçek kendisini öyle çok sever ki, yabancılaşmak ya da ötekileşmek onun için bir dezavantaja değil, avantaja dönüşür.
Biz insanlar, kendi başımıza gelmedikçe hiçbir olayın sonucunu tam olarak anlayamıyoruz, özümseyemiyoruz maalesef.
Hani, “Damdan düşenin halini damdan düşen anlar” misali.
Anlaşılamadıkça ve anlayamadıkça kendi içimize yöneliriz.
Bu yönelim bize yepyeni ufuklar da açabilir, bizi çok daha gerilere de götürebilir. Bunun sonuçları bizim olaylara ve sürece verdiğimiz tepkilere göre değişir ve şekillenir elbette.
Tek başımıza olduğumuz bu hayat yolculuğunda, farkında olabilmek ve empati yeteneğimizi kaybetmemek dileği ile…