Bir sabah… Umut Bozgun enteresan düşlerin sersemletici etkisinden uyandığında saat beş buçuktu. Yeni yeni ağarmaya başlayan gün onun sırtında demir gibi sert bir etki yarattı. Birçok yapılacak işi ve yapacak hiçbir şeyi yoktu. Umarsızca bir debelenmeye soyundu ruhu. Bunun onu nereye ve nelere sürükleyeceğinden habersizce yatağın altındaki pantolonunu almak için dizleri üzerinde bir sürüngen gibi süründü. Biçimsiz, ciddi ve kaba pantolonunu hiç sorgulamadan giyindi. Günün kalabalığına, hengâmesine katıldı.
Bir şeyler ters gidiyordu. Ama bakıldığında ortalıkta öyle tersine giden bir şeyi görmekte mümkün değildi. İyi bir eğitim almıştı. Saygın biriydi. Ailesi tarafından seviliyor, takdir ediliyordu. Son günlerde ailesinin tavsiyesi üzerine güzel bir kızla tanışmıştı. Umulanın ötesinde harika bir ilişki içindeydi. İlişki evliliğe doğru gidiyordu.
Evet. İşte ne olduysa olmuştu. Yaşantısında hiçbir sorun yoktu. Onun asıl sorunu da buydu. Her şeyin yolunda gitmesi herkeslerce normal karşılanırken onda tuhaf bir etki, tiksinme, iğrenme duygusu yaratıyordu. Düşlerinde kendisini başkalarını eğlendiren bir palyaço olarak görüyordu. Ya da sirkte yaşayan bir maymun. Veyahut ne söyleyeceği ezberletilmiş bir papağan. Bu rüyalar neredeyse hemen her gece kendisini tekrar ediyordu. En son ne zaman kendisini kendisi gibi gördüğünü hatırlamıyordu bile. Kendisini kendisi olarak görmeye başladığındaysa tam tersi cereyan etti. Bu defa da diğerleri bir tür başkalaşım içindeydi. Örneğin annesiyle yemek masasında otururken, annesini bir köstebek olarak görüyordu. Köstebek anne çay dolduruyor, onun tabağına taze beyaz peynir koyuyordu. Tıpkı her zaman olduğu gibi oğluna kocaman ağzını hiç kapamamacasına açarak sıkıcı öğütler veriyordu: “Geleceğini düşüneceksin. Attığın her adımı tartacaksın. Serserilerle ve başıboş insanlarla arkadaşlık kurmayacaksın. Paranı çarçur etmeyeceksin. Ve en önemlisi, hep ailenin mutluluğunu düşüneceksin. Çünkü biz senin için fedakârlık yapan insanlarız. Bize hep borçlusun. Borcunu iyi ve güzel bir çocuk olarak ödeyeceksin. Seninle gurur duymamız çok önemli. Anlıyor musun?”
Maalesef anlıyorum diye düşündü içinden. Ama bu ses nasıl olduysa dışarıdan da duyuluyordu. O an iç sesinin tınısının yankısını hissetti. Köstebek anneyi öfkelendirmişti bu. Çatalını gırtlağına dayadı: “Yaramazlık yaptığında neler olacağını biliyorsun!” dedi.
Maalesef biliyorum diye düşündü içinden. Ama bu ses de dışarıdan korkunç bir yankıyla duyuldu. O an köstebek annenin, çıldıran bakışlarından kendisine doğru ateş saçıldığını hissetti: “Seni karanlık ve soğuk bir odaya kapamalı!”
Maalesef biliyorum diye düşündü içinden. Ama ses bu defa da dışarıdan korkunç bir yankıyla duyuldu. Köstebek anne çatalı gırtlağına geçirdi hiç düşünmeden.
Artık sessizdi.
Rüyadan uyandığında gırtlağında çatalın iğreti ve can yakan etkisini duyumsadı. İlk kez rüyalar hakkında kuşkuya düştü. Çünkü gırtlağında çatal izi vardı.
Bir diğer rüyada yanında babasıyla köprünün üstünde yürüyordu. Babası bir bukalemun görünümündeydi. O ise son derece rahatsızdı bu durumdan. Yürümekte güçlük çekiyordu çünkü çevresi olanca meraklı yüzler kumkuması ile çevrelenmişti. Bukalemun baba, neye yaklaşsa onun rengini alıyor ve kendisini korkunç kalabalığa karşı kamufle ediyordu. Ama onun için durum farklıydı. O bir bukalemun olmadığından kalabalık arasında hemen fark ediliyordu. Herkes köprünün üstünde enteresan bir şey bulmayı bekliyordu. Köprü onlar için bir tür eğlence yeri gibiydi. Bazıları bukalemun babanın rahatlıkla ileriye sıçrayan adımları yanında onun ağır aksak ilerleyen adımlarını seyrederken çekirdek çıtlıyor, birtakım yorumlarda bulunuyorlardı. Sanki herkes bir tür gösteriye gelmiş gibiydi. Onun içinse durum farklıydı. Bu onun hayatıydı. Bunun içinden çıkmanın tek yolu da uyanmaktı.
Uyandı.
Tekrardan uyudu.
Uyandı.
Tekrardan uyudu.
Tam olarak nerede olduğunu anlamak istediğinde çevresini gözleriyle tarayarak hayran olunacak bir kesinlik ve dikkatle odanın resmini çizdi. L şeklinde açılan koridorun en başında köstebek anne, kitaplığın yan tarafında bukalemun baba, elinde elektrik süpürgesiyle fare kız kardeş, tek kişilik büyük koltukta elindeki yelpazeyi sallayarak oturan kertenkele sevgili…
Resmin altına küçük bir not yazdı: “Tiksinti”
Ertesi sabah üzerine rahat, salaş kıyafetler giyindi. Elinde küçük bir çantayla gemi gezisine çıktı. Rüzgar yüzüne vurduğunda yeni bir soluk aldığını hissetti. O an geminin nereye gittiğini merak etti. Yanında oturmakta olan beyaz saçlı, ablak yüzlü, kömür karası gözleriyle onu adamakıllı inceleyen kadına sordu: “Nereye gidiyor bu gemi?”
“İstanbul’a… Sarayburnu’na…”
“Ama biz zaten İstanbul’da değil miyiz? Sarayburnu değil mi burası? Nasıl mümkün olur bu?”
“Evet… İstanbul’dan İstanbul’a gidiyor. Sarayburnu’ndan Sarayburnu’na… Tek seferlik…”
Kadının aklını kaçırdığından emindi. Böyle şey görülmemişti. Mümkün de değildi. Bir yanlışlık olduğundan adı gibi emindi. Elindeki bilete baktı. Kalkış yeri: Sarayburnu… Varış yeri: Sarayburnu… Artık her şey mümkün görünüyordu. Gemi gerçekten de Sarayburnu’na geldi ve iskeleye yanaştı. Yolcular gemiyi boşalttı. Kimse yadırgamadı bu seyahati. O da yadırgamıyormuş gibi göründü. Aşağıda köstebek anne, bukalemun baba, fare kız kardeş, kertenkele sevgili onu bekliyordu. Sevinçle el sallıyorlardı.
O da gülümsedi. İnce ve zarif adımlarla onlara doğru yürüdü. Sanki yeni bir hayata yürüyormuş gibi…
[Desen Çalışması: Oktay Çakır – oktaycakirart.blogspot.com]