Biraz da kendimi sorgulamam gerekiyordu öyle değil mi? İşte yine baş başayız ben, kâğıt ve kalem. Ne zaman dürüst davranmaya başlayacağımı merak ediyorum. Ayıp, günah denilen o gerçeklerinizi bir kez daha düşünmenin vakti geldi çattı işte yine. Yeterince yorgun sayılırım aslında bu kirli işe girişmek için. “Tüm bunları sorgulayan kişilik” ölçütlerinize hiç de uymuyorum bu gece. Ne kadar da garip aslında… Tam da vazgeçmişken ben sorgulamaktan ve siz de tam rahat bir nefes almaya başlamışken, bu ani baş kaldırış da nerden çıktı.
Kimler kederinden öldü kim bilir, kimler hayatlarının bir köşesinde dizlerini karnına çekip yaşa diye zorlattıkları mantıksızlığın çıkmazında kayboldu. Kimler çıldırmanın eşiğine oturup da “eşikte oturmak günah” diyen saçma sapan bir söylemin rüzgârıyla çıldırmanın tam da orta yerine düştü.
Evet, yine bir köşesindeyim hayatın. Dizlerimi karnıma çekmiş düşünüyorum. Bu da geçecek biliyorum. Günler, aylar hatta yıllar üzerine basa basa geçecek ve ben bu da eskidi diyerek rafa kaldıracağım aklımı kurcalayıp duran tüm bu şeyleri. Geçmişte de öyle değil miydi? Ama bugün fark ettim ki günler, aylar ve yıllar yalnız aklımı kurcalayıp duran şeylerin üzerinden geçip gitmiyor. Hissedebiliyorum ayakları altında ezilmenin. Hissedebiliyorum acısını yaşadığım ne varsa. Zaten bilmiş tavırlarla ben “gerçekliği” böyle tanımlamıyor muydum? “Gerçek; hissedebildiğin şey.” Varlığını hissedebildiğin kadar gerçeksin ve acıyı hissedebildiğin kadar değersin mutluluğa.
Günler geçiyor; insanlar ölüyor, insanlar büyüyor, insanlar doğuyor etrafımda. Sıralamayı nasıl yaptığımı fark ettin mi? Evet, ölümle başlattım; çünkü bana gerçekliğini ilk kanıtlayan o oldu. Ölümler görüyorum; kimileri çok derinden kayıp gidiyor. Seyirci kalamıyorum, elim kolum bağlı uğurlayamıyorum. Garip değil mi ölüm? Nasıl oluyor da bir anda –hazırlıklı ya da hazırlıksız fark etmez- bir saniye öncesinde nefes alıp verebiliyorken bir saniye sonrasında orada öylece, bir vazo, bir koli, bir kitap gibi hareketsiz kalıverebiliyor. Ya da bir duygu durumu… İçinde kıpırdanıp dururken nasıl da bir anda sönüverebiliyor.
Her şey ölebilir aslında; dün mesela, dün olanlar, dün yediklerim, içtiklerim, söylediklerim, hepsi, şuan hiçbiri yok. Bu öğlen o kalabalık terminalde hissettiklerim mesela, hepsi öldü. Kül tablamda dikine söndürülerek iki büklüm kalan sigaramın tütünü, dumanı, hatta ateşi hepsi öldü, artık yok.
Nasıl ki “DUR” diyemiyoruz o canımızdan bile çok sevdiklerimizin ölümlerine, tüm bunlara da dur diyemiyoruz işte. Mutluluğun elinden kayıp gitmesine -ölmesine- seyirci kalmaktan başka çaren var mı? Birileri “evet” diyor, duyabiliyorum, birileri evet diyor.
Tıpkı sevdiklerimizi ölüme teslim etmek gibi onlardan da kopamayız hatta onlarla beraber ölmek isteriz, ama bu kadarıyla kalırız sadece. Mutluluk da öyle ölüm döşeğine yattıysa bir kere artık ölmemesi için, bizi terk etmemesi için dualar etmekten başka şey gelmez elimizden ve gider işte sonunda. Uçup, içinden kopartarak bir şeyleri çekip gider, nasıl ölen babanın, annenin ya da sevgilinin yerini hayatındaki diğer insanların tutamıyorsa ellerinden kayıp giden “o” mutluluğun yerini de başka mutlulukların tutamaz. Her mutluluk başlı başına bir yaşamdır aslında, elinden kayıp giden o mutluluktan sonra daha fazlasını ya da daha azını yaşasan da.
“Her ölüm erken ölümdür.” Bu gün o kalabalık terminalde yaşadığım mutluluk mesela. Ne kadar geç girmişti hayatıma ve ne kadar da erken terk etti beni. Farkına varamadım o an ardından el salladığım şeyin o bir parça geç bulunmuş erken kaybedilmiş mutluluk olduğunu.
“Büyüdükçe” daha da iyi anlıyorum bunu…
Dakikalar doğuruyor, dakikalar öldürüyorum şuan bile. Ölmek için yaşıyor sanırım insan da. Günün birinde yok olacağını biliyorsun ama çırpınıp duruyorsun yine de yaşamak için. Her nefes ölüme bir adım daha yaklaştırıyor seni, ama yine de nefes alıp veriyorsun.