Yapmak istemek, ama yapamamak, istemek ama elde edememek… Dışarıdan yaşıyormuş gibi görünüşümün altında yatan gizli gerçek. Had, hudut tanımayan bir kütle taşıyorum, omuzlarımın tam orta yerinde. Kimi zaman, kimileri tarafından iki bacak arasında taşınan, varlığı pek dişe dokunmayan “düşünme organı” hani. Öyle bir sınırsızlığı karşılıyor ki düşünmek, hiçbir çılgının zincir vurmaya yeltenmediği, yeltense de sadece şaşmakla yetineceğim bir hiyerarşi.
Yaşamayı düşünüyorum; özgürce, hesapsız, kuralsız, DÜZENSİZ ve dizginsiz… Sevmeyi; seviyorum savurganca, günün birinde sevgisiz kalma ihtimalini göze almadan. Hayal etmeyi düşünüyorum ve hayal ediyorum düşünürken. Günler geçiyor bir hayal üzerinde, sınırsızlığın acı, tatlı, tuzlu, kekremsi, mayhoş… Ne kadar tat varsa bu dünyada hepsini tadarak.
Hayal etmek; her günün sonunda hayalden öteye geçemeyecek bir sevgili aromalı rüyaya dalmak. Bir saniye sürdüğünü öğreneli ne kadar olduğunu bilmediğim rüyalarda, beni yaratana dakikalarca onun yüzünü görebilmek için yalvarmak. Hayal etmek; “İmkânsızlıklar Cumhuriyeti”nde, devlete karşı bir “anarşist” eylem yapmak. Anarşistim ben, “gerçek hayat parçalı dondurma”lar gibi tükettim kanına girdiğim sevgileri. Anarşistim ben, bu İmkânsızlıklar Cumhuriyeti’nde, OLUR sandım. Olur, sandım, yeniden kalktım, ağlayarak günlerce ve gecelerce yattığım yerlerden. OLUR, sandım bu İmkânsızlıklar Cumhuriyeti’nde: OLMADI…
Çocuktum ben hep, çocukluğumun en yakın arkadaşıydım. Uçurtmalar gibi, bağladığım insanları, elimden kaçtı diyerek, göklerde sahipsiz bırakıyordum. Her ne kadar planlı da olsa yaptıklarım, hesapta olmadan dizlerimi karnıma çekip ağlıyordum. Ben, sadece “Ben”dim ve en kalabalık ben ve ben olabiliyordum. Küçümsüyordum belki hayatları, “bir pamuk şeker” diyordum “ne kadar doldurabilir ki midemi, ağzımda kalan saniyenin üçte biri kadar süren varlığıyla…” sonra çokbilmişin teki, en sinir bozucu tavrıyla dikilip karşıma, bir kilo pamuk ve bir kilo demirin aynı ağırlıkta olduğu gerçeğini vuruyordu yüzüme. Damlaya-damlaya göl oluyordu yani, göl kuruyor çöl oluyordu. Pamuk ağırlıkça eşiti olan demire dönüşüyordu ve daha birçok acıtıyordu bu eşitlik içimi. Ben çocuk sanıyordum kendimi, ne zaman ki bu dişilik geldi vücuduma yerleşti işte o zaman her gece vicdan denilen şey, beni dizlerine yatırıp, hayal ettiklerime elimi bile sürmeden benden almakla tehdit eder oldu. Acı verdi yaptıklarım bir süre sonra, artık günahlarım bir başkasının sorumluluğunda değildi…
İşte sırf bu yüzden belki de; hayal etmek, kuru beton üzerinde oturup da ana kucağında hissetmek gibi kendimi. Sırf bu yüzden, içimde vasıflar yüklediğim sevgiliye cümleler üretmek ama gerçekteki ona tek kelime edememek. Sırf bu yüzden sınırım yok. İmkânsız ne de olsa, ne de olsa gerçek olmayacak, gerçek olsa bile yanıltacak beni, güzel bir oyuncağı elime veriyormuş gibi yapacak ama geri çekecek. Defalarca kez uzatacak ve ben her defasında tutacağımdan yana aynı umudu taşıyarak, atılacağım heyecanla, ama asla benim olmayacak. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden, bu İmkânsızlıklar Cumhuriyeti’nde benim kendi ellerimle yarattığım ütopyada bir anarşistim ben, farkına varmadan kurduğum düzenlere karşı savaşıyorum. İtiraf ediyorum suçumu ve sırtımdan vuruyorum kendimi, en büyük ihaneti kendimden yiyorum. İçinde bolca vicdan kelimesi geçen cümlelerle yargılıyorum kendimi. Darağacına gönderiyorum ve ben çekiyorum kendi ipimi. Öylece asılı kalıyorum ipin ucunda, bir uçurtma gibi ama noksan bir özgürlükle. Kimse gelip indirmiyor beni, kırılan boynumu ipten kurtarmıyor. Bir rüzgâr esiyor, mutlu ve masum insanların yaşadığı yerlerden, beraberinde getirdiği taze ekmek kokusuyla önce saçlarımı sonra bedenimi savuruyor. Ölüm sessizliği çınlıyor geçmişime giren birinin kulaklarında.
Çünkü sınırım yok, had yok hudut yok…