Sıcak olmayan, soğuğa yakın, biraz da esintili bir ekim akşamı, bir cafenin dış kısmında, açık havada arkadaşlarımla otururken üşüyüp dilediğinde her müşterinin kullanabileceği polar battaniyelerden birini aldım omuzlarıma. Arkadaşlarım hayata dair hararetli bir tartışmadaydı. Olanca gayretleriyle düşüncelerini savunuyorlardı. Başta ben de müdahil olmaya çalıştımsa da her zamanki gibi seslerin yükseldiği bu muhabbetten de geriye doğru çekip kendimi, arkama yaslandım.
Güzel bir akşamdı, hayat akıp gidiyordu; evet, bazen kanatıyordu, ama çoğu zaman da sarıyordu açtığı yaraları. Ben yaralarımızı sarışlarından, ateşimiz çıktığında alnımıza ıslak bezler koyuşlarından bahsetmek isterdim o gece, ama olmadı.
Tartışmanın seyrine göre arkadaşlarımın zaman-zaman sesleri yükseliyordu. Dakikalar geçtikçe sesleri alçaldı ve duymamaya başladım onları. Nihayet kendi sesimi duyabiliyordum.
Nasıl da garip ve şasılasıydı o an, orada dünya. Saniyeler geçmek bilmiyordu sanki. Bizi seyreden ve büyük bir güce sahip biri sanki yavaşlatıyordu zamanı. O an, orada saniyeler geçmiyordu, ama göz açıp kapayıncaya değin geçip giden güzel günlere şahit olmuştum ben. Kitaplar okumuştum göz açıp kapatıncaya değin. Filmler izlemiş güzel bir oyuncağa sahip olmuş ve bir insanı sevmiştim; göz açıp kapatıncaya değin. Hepsinin de tadı damağımda kalmıştı.
Güzel günler hep çabuk geçer, anlayamayız bile geçip gittiğini ve sonrasında gelen belki de hüzünlü günler, keskin kuru ayazda bırakır bedenimizi ve bir türlü geçmek bilmez. Güzel kitaplar; hani şu bir solukta okuduğumuz, artık çevirecek sayfa kalmadığını anladığımız o hayal kırıklığıyla dolu uzunca sürede nasıl hayret ederiz; kitabı bitirmenin ne kadar da az zamanımızı aldığına. Güzel filmler; mutlu sonla nihayete erse de kavuşabilmenin saadetiyle birbirine içtenlikle bakan o gözlerin yaşlandıklarını da görmek isteriz. Güzel bir oyuncak; ilk kırılan hep en sevdiğimiz oyuncağımız değil miydi? Ve bir insanı sevmek… Sahi hiç sevdiniz mi? Sadece sevmek için, sebep aramaya gereksinmeden, “seviyorum” diyebilmek, yaşadığınızın farkına varabilmek için. Hatta sevdiğiniz insanın yanınızdaki emanet varlığına, zoraki tebessümlerine, elinizi içtenlikle bir kere bile kavramamış oluşuna rağmen. Göz açıp kapatıncaya değin sonsuz mutluluğa erişebilmek isterdik değil mi? Peki onu hak etmek için yeterince piştik mi?
İşte tüm bunları düşünürken ve vakit bir türlü geçmezken şunları karaladım:
“Nasıl da karmakarışık aslında tüm bu olanlar. Nasıl da karmaşığım aslında şuan. Bedenimden çıkıp kendime uzaktan bakabilmeliydim oysa şuan. Nasıl da yerle yeksan ve yek karşılamaktayım bu hayatı, oysa yıllar sonra tam da bu gün nerede kiminle olacağımı bilebilmeliydim. Kaç kişinin sarıldığını bilmediğim bir battaniyeye sarılmış bunları yazmaktayım.”
Son cümle bu hayatın nasıl da karmaşık olduğunu anlatıyor sanırım.
Kaç kişi sarılmıştı o battaniyeye kim bilir, benden önce kaç kişi sığınmıştı ona ısınabilmek için. O battaniyeye sarılanlardan biri o an içinden taşan bir sevinçle bir başkasına sarılıyordu belki de. Biri ölmüştü belki hatta biri tam da o an Azrail ile sonuçsuz bir pazarlıktaydı. Bir diğeri bir bebek dünyaya getiriyordu belki. Biri borçlarını düşünüyor olabilirdi, ya da baba parasıyla daha nereye kadar gidebileceğini. O battaniye beni ısıtırken geçmiş günlerde ona sarılıp da ısınan biri, o an üşüyordu belki de.
O sıcak olmayan soğuğa yakın esintili ekim akşamında, hayatla ilgili yapılan tartışmaya müdahil olmayarak saygısızlık etmiştim belki arkadaşlarıma, ama sonuca varamasam da kendimle tartışmıştım hayatın karmaşık, ama çözmeye değer yanlarını. İnsan olacakları önceden bilemez, ama ben hissetmiştim belki de ertesi gün göz açıp kapatıncaya değin ömrümden kopup giden ayların bir nihayete ereceğini. Bu yazıyı yazmaya niyetlenmeden biraz evvel okudum, çevirecek sayfa bulamadığımda, bittiğini anladığım bir kitabı daha. Evet, vakit geçmişti. Hatta duvarlar, bu koca evde yalnız olduğumu yüzüme acımasızca vurmasın diye sesli okudum, o güzelim cümleleri. Ve işte, zaman yine o akıl sır erdiremediğim güç tarafından yavaşlatılmakta. Şuan saniyeler geçiyor mu, gerçekten bilmiyorum.
Zamanı durdurmaya mı, yoksa yaşamaktan hoşnut olmadığımız saatleri geçiştirmeye mi ihtiyacımız var. Beni ölümden korkmaya kadar götüren sevinçlerim oldu ve yaşamaya küstüren acılarım. Bazen öyle mutlu oldum ki sonsuza dek yaşamaya layık gördüm kendimi, ölümün lafını bile etmeden. Bazen de bir kapı bulup çıkmak istedim bu hayattan, yaşanılanların acısı bedenimdeki tüm hücreleri sızlatırken. Düşünüyorum da zamanı istediğimde durdurup istediğimde geçiştirmemi sağlayacak bir güce sahip olsaydım ne yapardım? Sahiden kullanır mıydım o gücü. Biliyorum imkânsız, ama ya olsaydı.