Filmden bir sahneyi canlandırıyormuşum gibi ya sahteydi içinde bulunduğum an ve ortam ya da eşi benzerini yaşamadığım beni başka boyuta taşıyabilecek kuvvette esrarlı bir gerçeklikti; çok kalabalıktı O bana oturduğu yerden bir şeyler anlatıyor, heyecanını bastırmak için kurduğu cesur cümlelerin arkasından gelen sinsi yarı tutuk kelimeler hislerini ele veriyordu. Çok tuhaf… Ağızdan çıkanlar hiç bu kadar anlamlı, hiç bu kadar anlamsız gelmemişti tabi dinleyebildiğim ölçüde, kesinlikle umursamamazlıktan değil, güçlü aksak ritimle kalbimin duymama izin verdiği sürece bazıları kulaklarımda patlıyor bazıları boşluğa düşüyordu.
Zaman durmaya yakın yavaşladı… Şüphesiz gördüğüm en masum ve şiddetli parlayan gözlerdi, onun dışındaki her şey ekseninden uzaklaştığı oranda flulaşmıştı. Ben ellerim cebimde başım yana eğik ve yüzüm tamamen ona dönük, saçlarımın yanaklarımdaki kırmızı utangaçlığı saklayabildiğini umuyordum.
Tanıdık olmayan sıcacık uyuşmuşluk tüm vücuduma yayıldı. Sihire inansam çepeçevre kuşatıldığımız bu tılsımlı atmosferi ona yorardım, rüyalarımı siyah beyaz görmesem bu renkli anın gerçek olmadığını düşünebilir ve tek bir çimdikle uyanacağımı bilirdim. Bir o kadar tanıdık tiz, rahatsız edici sesle irkildik; hafif sarsıldık. Her şey eski hızına geri döndü, sadece biz duruyorduk. Birden kapılar açıldı, şaşkınlıkla diğerlerinin sabırsızlığına ayak uydurarak kendimizi onların istikametine kattık ve aynı saatte aynı adreste aynı durakta fakat ilk defa birlikte, farklı bizler olarak indik. Üstü fosforlu kalemle çizili bugünden sonra, biliyorduk ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, hayatlarımız sonsuza dek değişecekti…
“I am nothing special; just a common man with common thoughts, and I’ve led a common life. There are no monuments dedicated to me and my name will soon be forgotten. But in one respect I have succeeded as gloriously as anyone who’s ever lived: I’ve loved another with all my heart and soul; and to me, this has always been enough.” Noah from The Notebook