Kütüphanenin düzenli raflarının arasındaki kadın, ağzımdan çıkan kelimeler karşısında şaşkınlığını gizleyememişti. Gözleri dolmuş olacak ki, bana belli etmemek için rafa doğru dönüp, elleriyle kitapları oymaya başladı. Boğazında bir yutkunma hissi olmasa söylemek istediği yüzlerce şey vardı. Kesinlikle bir şeyler söylemeliydi. Küfür bile edebilirdi ve en önemlisi susabilirdi. Ama… Onu tanıdığım için, susmayacağını biliyordum…
Oradan sessizce çıktığımı hatırlıyorum. Arkamda yine kocaman bir anı bırakmıştım. Her adımımda geleceğe adım atmak deyiminin bütün anlamlarının bende hiçbir etki yaratmadığına tanık oluyordum. Geçmişten gelen ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir sancı ve her defasında başka bir kadına doğru adım attığımda daha şiddetli bir sancı, vücudumun bütün gözeneklerinden kalbime doğru bir baskı yapıyordu. Her defasında aynı şeyi yaşıyordum. Hayatım geçmişten kaçmak ve geleceğe adım atmak deyimlerinin komutasındaydı ve ben artık savaşmaktan yorulmuştum.
Bu düşünceler eşiğinde adımlarım hızlanmıştı. Biraz sonra yorulduğumu fark edince bir banka oturdum. Cebimden çıkardığım not defterim, bir de sürekli olarak kullandığım, annemin on altıncı yaş günümde hediye ettiği dolma kalem bana eşlik ediyordu. Dolma kalemler kağıt dandikse, tıpkı hayat gibi bir sonraki sayfaya iz bırakır. Tabi, yeni bir başlangıç için arkasına iz bırakacak bir sayfa daha vardır not defterimde. Yeni başlangıçlar, daha yeni başlangıçlar ve daha da yeni başlangıçlar… İşte asıl sorun da buydu. Bana göre yeni başlangıçların bir prensibi olmalıydı ve ben prensipsiz yeni başlangıç alışkanlığına sahiptim.
Oturduğum banktan etrafıma baktığımda, karşımdaki bankta annesinin elini sıkıca tutan bir çocuk. Saçı beyazlaşmasına rağmen dökülmemiş ve elinde bastonuyla aksak bir ihtiyar. Elinde telefon, gözünde ayan beyan markası belli olan gözlüklü bir genç kız ve görünüşlerini daha fazla anlatamayacağım insanlar… Gökyüzünde ise her zamanki gibi martılar, onları her anlatışımda sıkça bahsettiğim gibi, özgürce uçuyorlardı. Not defterime düştüğüm ilk giriş şuydu: ‘Acaba, şu çetrefilli dünyaya ana rahminden değil de, bir martının ıkına ıkına salıverdiği yumurtasını, çatlata çatlata gelseydim. Kanatlarım olsaydı. Uçabilseydim. Daha mı özgür olurdum?’ Belki de özgürlük bizim henüz anlamını bilmediğimiz ve anlamaya çalıştığımız bir kavramdır. Ya da bize nesillerdir özgürlüğü anlatan düşünürler saçmalamaktan öteye gidemedi. Oysa özgürlük bir çocuğun, annesinin elini tutarken, onu annesinden başka kimsenin koruyamayacağı güdüsünde saklı değil mi?
Ya da mevsimler… Yoksa sadece mevsim oldukları için mi güzeldi? Sonbaharda dökülen yaprakları, ilkbaharda yeşeren çiçekleri, yaz gelince kışı, kış gelince yazı isteyişimiz. Yoksa birini unutmaya çalışmak, sürekli değişen mevsimlerde farklı bir umut aramak mıydı? İnsanlar bu yüzden mi mevsimlerden sıkılıyorlardı?
Bir keresinde hayat bana, hiç ummayacağım bir mevsimde bir şey öğretti. Kütüphaneden çıktığımda, arkamda bıraktığım kadının öğrettiği şeydi bu. ‘Sen herhangi biri tarafından yalnız bırakılmamışsın. Yalnızlığı seçmişsin. Yalnızlık senin için bir verimlilik dönemi. Ama insansın sonuçta. Seninde bu dönemden sıkıldığın oluyor ve bu seni bir kadına yöneltiyor. Ve şimdi beni bulduğun yerde bırakıyorsun.’ demişti. Yerden göğe haklıydı. Haklı olabilme ihtimalimin olmadığını susarak gittiğimde anlamıştım.
Aklımda Murathan Mungan’ın bir sözüyle, bir daha hiçbir bedeni kırmayacağıma dair söz vererek gittim.
‘Ve işte o zaman kırdığın bu kalp, şimdi kırıyor başka kalpleri! Aşkta kazanmak dedikleri kaybetmektir bir çok şeyi.’