Henüz bahar gelmiş sayılmazdı ama o uzun kış geceleri, kasvetli günler geride kalmıştı. İşte bugün de güneş yine göz kırpmıştı, bunu fırsat bilen çoğu insan kendini dışarılara, parklara, bahçelere atmıştı. Ben de bunu fırsat bilip, bu parka gelmiştim. Bizim eve yürüme mesafesinde olan bu parkın en sevdiğim yanı içinde bir de çocuk parkı bulunmasıdır. Orada bir banka oturup, uzaktan çocukları seyretmek bana çok keyif verir.
O gün de öyle olmuştu. Parka kadar yürümüş ve çocukları görebileceğim bir bank arıyordum. Orada çocuk oyun alanını gören iki banktan biri bir aile tarafından işgal edilmişti, ben boş olan ikinciye yöneldim. Çocuklar da havanın değiştiğinin farkındaydılar ve bu güzel günün tadını çıkarıyorlardı. Kimileri kaydıraktan kayıyor, kimileri tahterevalliye, kimileri de salıncaklara binmişlerdi. Çoğu 6 ile 10 yaşı arasındaydı. Daha küçüklerin başında, aile büyükleri gözlemcilik yapıyor ya da onlara yardım ediyordu.
Derken 7 yaşlarında bir oğlan çocuğu ve elini sıkı sıkı tutmuş babası, bana doğru yaklaştılar. Babası benim banka çökerken, oğlanın elini bıraktı ve bana belli belirsiz bir selam verdi, sonra oğlana dönüp:
– Haydi bakalım şimdi oynamaya gidebilirsin ama çok dikkatli ol, biliyorsun yeni ameliyatlısın, dedi.
Çocuk boş gözlerle babasının yüzüne bakınca, adam bu sefer çocuğa Fransızca bir şeyler söyledi. Oğlanın gözleri parladı: “D’accord papa” dedi ve oyuncaklara seyirtti.
Ben adama laf attım:
– Geçmiş olsun, ameliyat mı oldu?
– Aslında pek ameliyat sayılmaz, dün sünnet oldu. Fransa’da yaşıyoruz. Dedesinin ısrarıyla geldik, sünnetin mutlaka burada yapılmasını istedi, torununun mürüvvetini görecekmiş. İki gün sonra döneceğiz.
Adam iki gün sonra döneceklerini söyleyince güldüm, sanırım yüzümde alaycı bir tebessüm belirmiş olmalı ki, adam niçin güldüğümü sordu. Cevap verdim:
– Kendi çocukluğumu hatırladım da onun için. Adam çok nazik bir şekilde:
– Sizin için bir sakıncası yoksa dinlemek isterdim, aslında bu tür şeyleri çok merak ediyorum, dedi. Sonra bu söylediklerini açıklama ihtiyacı duymuş olmalı ki devam etti ve çok küçük yaşta yurtdışına gittiklerini, ne zaman gittiklerini bile hatırlamayacak kadar küçük olduğunu söyledikten sonra, orada büyüdüğünü, okuyup, meslek sahibi olduğunu, bir süre sonra annesi babası yurda dönmelerine rağmen kendisinin bir türlü dönemediğini bir solukta anlattı. Sonra devam etti: “Artık iş güç sahibi olduktan sonra dönmek çok zor.” Çocuğu merak etmiştim:
– Ufaklığın Türkçesi zayıf galiba.
– Evet haklısınız, maalesef zayıf. Annesi Fransız, Türkçe’yi iyi kötü anlıyor ama ben ne kadar gayret etsem de o kadar oluyor işte.
– Boşuna “ana dil” dememişler, dedim. Adam başıyla tasdik etti.
– İsminizi sorsam?
– İsmim Kağan ama Fransızlar ismimi söyleyemedikleri için kısaca “Kan” diyorlar. Bana her Kan deyişlerinde güleceğim geliyor, çünkü bu Cote d’Azur’deki ünlü bir sayfiye kenti Cannes’nin okunuşu. Genç adam kırık bir Türkçe ile konuşuyordu ve oldukça sempatik görünüyordu.
– Sizin Türkçeniz iyi görünüyor.
– Aslında tam istediğim gibi değil fakat Türkçe konuşma fırsatım olmuyor. Ben makine mühendisiyim. Küçük bir işletmem var, yanımda on iki kişi çalışıyor. Bunların birkaç tanesi Türk, bazen onlarla Türkçe konuşmaya çalışıyorum ama onlar da orada doğup büyümüşler ve aralarında Fransızca konuşuyorlar.
– Kendi çocukluğunuzu, sünnetinizi anlatacaktınız. Gülerek, biraz da şaşkınca sordum:
– Bunu gerçekten istiyor musunuz?
– Evet gerçekten istiyorum. Hep yurt dışında yaşadığım için, kendi geleneklerimize, törelerimize çok uzak kaldım, merakım bu yüzden. Hele sizin çocukluğunuz çok ilginç olmalı.
Önce bir soluklandım. Sonra ellili yıllardaki, Kırkağaç’taki kendi çocukluğum gözlerimin önüne geldi. “Madem istiyorsunuz, o halde anlatayım” dedikten sonra anlatmaya başladım:
– Bizim çocukluğumuzun sünnetleri şimdikilere hiç benzemezdi. Aslında bizim çocukluğumuz da şimdiki çocukların çocukluğuna hiç benzemezdi. Doğru dürüst oyuncağımız bile yoktu. Bir teli kıvırarak yaptığımız, tekerlekleri olan, dümeniyle yönlendirebildiğimiz arabalarımız belki de en teknolojik(!) oyuncaklarımızdı. Çelik çomak gibi kolay elde edilebilir malzemelerle ya da mutucu dediğimiz, taşların üst üste konulmasıyla oynanan basit oyunlar oynardık. İçi yenmiş, kazınmış, yarım bir kavuna ip bağlar çekerdik. Çocuklar için hazırlanmış özel oyun sahalarını hayal bile edemezdik. Bütün sokaklar bizim oyun alanımızdı, tabii büyüklerden biri bizi kovana kadar.
Genç adam sessizce ama ilgiyle dinliyordu. Devam ettim: “İşte o dönemlerde, erkek çocukların en önemli gündemi ‘sünnet’ti. Sünnet olmak çocukluğumuzun en önemli miladı, şimdiki tabirle tam bir ‘kırılma noktası’ idi. Herhalde 7-8 yaşlarında falan olmalıydım, oyun oynarken diyelim ki 60-70 santimlik bir duvardan aşağı atlanacak ya da hendek benzeri küçük bir oluğun üstünden karşıya zıplanacak, aramızda konuşurduk; ‘Ben atlarım’ ya da ‘O atlayamaz!’ Sonra da ilave ederdik: ‘O daha sünnet bile olmadı’. Yani bir duvardan aşağı atlamak ya da hendekimsi bir çukurdan karşıya zıplamak sünnetle bağlantılıydı ve sünnet olmuş olmak bir statü sembolüydü. Futbol oynarken de sünnet olmayan çocuk ancak kaleye geçerdi, ortada oynayıp da gol atmak, sünnet olanların önceliğiydi.”
Kağan kırklı yaşlardaydı, oldukça saygılı biriydi, sessizce dinlerken, yüzündeki merak duygusu açıkça görülüyordu. Hikayeme devam ettim: “Evet sünnet konusu en önemli ve değişmez gündemimizdi. İşin bir de başka yönü var; bir arkadaşımızın sünnet olduğunu duyduk diyelim, merakla sorulan ilk soru ‘Ağlamış mı’ olurdu. Sünnet olmak kaçınılmaz bir şeydi, aksini düşünemezdik bile ama sünnet olurken ağlamak prestiji sarsan, insanı arkadaşları arasında küçük düşüren bir şeydi. Tersi yani ağlamamak da bir gurur vesilesi, övünme konusu idi. İşte o yaşların çocuk dünyamızda, sünnetle ilgili bir kabusumuz vardı, bu adeta bir heyüla gibi anlatılırdı: ‘Bitik ya da bitişik’ olmak. Bu tıp dilinde fimozis denilen, doğumsal bir anomaliydi. Burada söz konusu olan sünnet derisinin, çocuğun pipisinin başına yapışık olması idi. Çocuğun pipisinin zarar görmemesi için, doğal olarak sünnet öncesi bu sorunun giderilmesi gerekirdi. İşte bu ihtimal, o küçücük çocuk dünyamızın en büyük kabusu idi. Anlatıldığına göre sünnetçi, sünnetten önce sünnet derisinin altından bir mil sokup onu, dairevi hareketlerle çevirip, o yapışıklığı açıyordu. İşte asıl ağrı yapan buydu. O mil hep rüyalarıma girerdi.”
Ben bu mil hikayesini anlatırken, genç adamın yüzü gerildi, şöyle bir başını geriye attı ama görünen o ki, merakı daha da artmıştı. “Sünnetçi deyince biraz da Kırkağaç’ın sünnetçilerinden söz edeyim. O dönem iki tane ünlü sünnetçi vardı; biri ‘Berber Ragıp’ diğeri de ‘Kirmaslı Berber’. Biz yukarı mahallede otururduk, yukarı mahallede kasabanın yerlileri otururdu, yerlileri hep Berber Ragıp sünnet ederdi. Aşağı mahallelerde ise muhacirler otururdu. Muhacirler Lozan antlaşmasıyla Selanik, Drama gibi yerlerden gelmiş göçmenlerdi. Onları da hep Kirmaslı berber sünnet ederdi. O zamanın imkansızlıkları içinde, genel anestezi ile çocuğun bayıltılarak, acı çekmesinin önlenmesini düşünmek bile mümkün değildi. Nedense lokal anestezi de kimsenin aklına gelmezdi yani gelmezmiş. Sünnetçinin elindeki iki aletten biri sünnet derisini kıstıran alet, diğeri de keskin bir ustura idi!” Kağan’ın gözleri kocaman oldu:
– Oh mon Dieu!
Sakince yineledim: “Evet ne genel ve ne de lokal anestezi.” Yüzündeki ifade meraktan çok korkuya dönüşmüştü.
– Lütfen devam edin, anlattıklarınız çok ilginç ama anlayamadığım, o kurumda yardımcı hiçbir sağlık personeli yok muydu? Güldüm:
– Hangi kurumu soruyorsunuz ki, bizim sünnetler hep evlerde yapılıyordu. Kağan’ın şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Devam ettim:
Çocuğun korkmasına, kaçmasına karşı bir önlem olarak, güçlü kuvvetli iki kişi, arkadan yanaşıp, çocuğun bacaklarını sıkı sıkı tutarak, sünnetçinin işini kolaylaştırırdı. Böylece sıra o tarihi ana gelirdi! Sünnetçi “Tavandaki kuşa bak” diyecek, sünnet çocuğu da, sünnetçiye yanıt olarak –yani diyebilirse- “Önündeki işe bak” diyecek! Ve sıra sünnetçinin usturasına gelecekti…
– Tavan… Kuş… Anlayamadım.
O bir ritüeldir. Yani sünnetçi çocuğun dikkatini dağıtmak için “Tavandaki kuşa bak” der, çocuk da olayın farkında olduğunu vurgulamak için, cesurca “Önündeki işe bak” diye yanıt verir.
Kağan “Hımm” diye bir ses çıkarmıştı. Merakı giderek daha da artıyordu.
Ne yazık ki ben de bitişiktim! Bu elbette ki benim kabusumdu. O mili hayal etmek bile uykularımı kaçırırdı. Daha da kötüsü, o mil işlemine tabi olup da ağlamayan çocuk yoktu, demek ki ben de ağlayacak ve ele güne rezil olacaktım. Düşünmesi bile korkunç. Sonuçta babam rahmetli beni sünnetten bir süre önce Berber Ragıp Amca’nın berber dükkanına götürdü. Kağan sözümü kesti:
– Berber dükkanına? Güldüm:
– Evet berber dükkanına.
Ragıp Amca dükkandaki paravanın arkasında, bende o meşhur mil işlemini uyguladı. Unutmadan söyleyeyim, ağlamadım! Bu sünnet öncesi bir hazırlıktı. Ragıp Amca bu işlemi uyguladıktan sonra, onun önerisiyle bir süre pipimi bir fincandaki zeytinyağına sokup, sünnet derisini ileri geri hareket ettirdim, amaç tekrar yapışmasını önlemek. Yapışmasın ki Berber Ragıp, sünnet öncesi onu tekrar açmak zorunda kalmasın.
Sünnet öncesi sağ elimin baş parmağına ve işaret parmağına kına yakıldı. Bu sefer ben sordum:
– Nedenini biliyor musunuz? “Nerden bileceğim” anlamında, başını iki yana salladı. Yanıtı yine ben verdim: “Çocuk büyüyünce, bu iki parmağıyla silah tutacak, vatanı koruyacak diye” dedim.
Genç adam büyük bir ilgiyle dinliyordu: “Hiç bilmiyordum, çok etkilendim” dedi. Devam ettim: “İşin en fiyakalı tarafı da, sünnet günü, önde davul zurna, arkada atın üzerinde sünnet çocuğunun, kasabada tur atmasıdır ama nedense beni ata bindirmediler, belki de babam düşerim diye korkmuştur.
Evet bir hafta kadar sonra o tarihi an gelmişti! Her şey hazırdı. Ve ben Ragıp Amca’nın önündeydim. Bir ara gözüm arkaya kaydı, sağ arkamda İmran Ağabey, penaltı atılmazdan beş on saniye önceki kalecinin pozisyonundaydı; sağ bacağımı arkadan kavramak üzere atlamak üzereydi. Hiç unutmam, İmran Ağabey’i “Hadi tut” diye ben davet ettim. Ne cakaydı ama! Sol bacağımı da arkamdan bir başkası kavradı. Ve ben kuşa bakmadım, Ragıp Amca işini yaptı. Tabii ki ağlamadım! Sonra beni anamın yatak takımlarını, yorganını özenle hazırlattığı yatağa yatırdılar. Yorganın pipime değip rahatsız etmemesi için, bir kasnağı popomun altına yerleştirdiler. Etrafımda artık hep teyzeler vardı, adet ağlayan çocuğun ağzına lokum sokuşturmaktı, aslında buna tepmek demek daha doğru olur. Bir de sigara içirmek! Evet evet 8-10 yaşındaki çocuklara sigara içirmek… Sözde acısını dindirmek için. Bana da önerildi ama ben kabul etmedim.
Sünnet olmakla korkular, kabuslar bitmiyordu. Çünkü o açık sünnet yarasının iyileşmesi birkaç hafta zaman alırdı. O süre içinde sargıların değişmesi gerekirdi. Açık yaraya serpilen tozlar, zamanla kurur ve sargılara yapışırdı. İşte o yaraya yapışmış sargıların açılması da ayrı bir ızdırap konusu idi ve bu birkaç kez tekrarlanırdı. İyileşme birkaç hafta sürerdi ama bu süre içinde evde hapis kalmaya dayanamaz ve yere kadar uzanan sünnet gömleklerimizle çarşıya çıkar ve gömleğimizin önünü, pipimize değmemesi için elimizle tutar, iki bacağımız açık, paytak paytak yürürdük. Bu artık bizim de erkek olduğumuzun gururla etrafa anons edilmesi anlamına geliyordu. Hey gidi günler!”
Kağan anlattıklarımı büyük bir ilgiyle, sözümü kesmeden dinlemişti. Yüzündeki ifade ve değişen mimikler kah şaşkınlık, kah hayret, kah korku dolu idi. Sünnetimi bu genç adama anlatırken, anılar beni almış, üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmiş sünnetime götürmüştü. Yine o kırık Türkçesiyle:
– Size çok teşekkür ediyorum. Anlattıklarınız yani yaşadıklarınız sanki fantastik bir kurgu film gibi. Çok farklı bir hayal dünyası.
Kağan konuşmaya devam edecekti. İhtimal bir dolu sorusu da vardı. Tam bu sırada ufaklık yanımıza geldi. Babası beni işaret ederek:
– Dit lui bonjour. Oğlan bana döndü:
– Bonjour monsieur. Çocuk babasının kulağına doğru alçak sesle bir şeyler anlattı. Bunun üzerine babası gülerek ayağa kalktı. Bana dönerek: “Bizim bir kaza olmadan, acele en yakın tuvalete gitmemiz gerekiyor.”
Güldüm. Genç adam sohbet için teşekkür etti, elimi sıkarak vedalaştı. Oğlan:
– Au revoir monsieur, saçını okşadım:
– Au revoir delikanlı.