Zamanla o da anlayacak senin yalnız bir adam olduğunu. Sıkıla sıkıla, hiç istemese de, dudaklarının arasından, senin alışık olduğun o kelime dökülecek. “Bitti.”
Bolca göz göze geldiğin gecenin ardından, senin asıl benliğine değil; konuşmalarına, bakışlarına, duruşuna ve hareketlerine âşık olacak. Geçmişteki sancıları, yorganın altında, terle birlikte akıp gidecek. Onun için sen dünyanın en büyük umudu da olabilirdin, hayatı boyunca yediği en büyük kazık da. Onun için sen iki gecelik aşktan daha fazlasıydın.
Yalnızlık diyorum; ne kadar zalim ve ne kadar ukala! Adamın alfabesini değiştiriyor zamanla…
Bir otobüsün, koridor tarafına bakan otuz dokuz numaralı koltukta, bir zamanlar kızıp da terk ettiğim şehrime dönüyorum. Yine yalnız! Cam kenarında orta yaşlı bir adam oturuyor. Başının ortası hafiften kelleşmiş. Yüzündeki çizgilerden belli, çok çekmiş orta yaşlı adam. Sessizce dışarıyı seyrediyor. Genelde şehirlerarası yolculuklarda, birbirini tanımayan iki insan, yol çabucak bitsin diye, birbirleriyle konuşmak için çeşitli bahaneler üretirler. Konuşmak için bahanem çoktur. Ona herhangi bir soru sorup, daha sonra yol boyunca sohbet edebilirdim. Göz ucuyla süzdüğüm orta yaşlı adamın yalnız kalmak istediği her halinden belliydi. Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordur şimdi.
Oldum olası cam kenarlarını sevmem. Koridor tarafından yol çizgilerini izlemek daha bir hoş gelir bana. Belki de daha yalnız hissettirdiği için olabilir. Hatta bu yüzden arada servis yapan muavinlere de sinir olduğum olmuştur. Orta yaşlı adam bir ara dönüp bana gülümsedi. Bu konuşmak istediğini belirten bir gülümseme olabilir miydi? Ya da hiç konuşmadığı için bir özür gülümsemesi miydi? Her ne olursa olsun küçük bir tebessüm rahatlatıyor insanı.
Kaç kere gelip geçtim şu yollardan. Hiçbiri bu kadar yalnız hissettirmemişti. Bu onun etkisiydi. İnanmışlığın etkisiydi. Binlerce, hatta ve hatta milyonlarca bahane üretebilirdim. Deli taklidi bile yapabilirdim. Mesela; yeryüzüne düşüp, bir insan bedenine hapsolan bir meleğin, diğer meleklerin konuşmalarını duyması gibi, ben de ağaçların dallarında dolaşan kuşların seslerini duyduğumu söyleyebilirdim. ‘Ne diyorlar?’ diye soran herkese, ‘Ağaçları kesip onları evsiz bırakıyormuşuz.’ diye, herkesin bildiği ama hiçbir şey yapmadığı gerçekliği yüzlerine haykırabilirdim…
İki metrekarelik yatak… Bir kadın, bir erkek… İki gece. Arada uyuyakalarak ve birbirlerini öperek uyandırarak geçmişti işte. Kadın geçmişin sancısını, erkek ise geleceğin telaşını taşıyordu.
Otobüs mola verdiğinde, çay içmek için tesisteki herhangi bir masaya oturdum. Elimi kaldırıp, garsonu çağıracaktım ki, orta yaşlı adam elinde iki bardak çayla yanımda durdu. Hiç bir şey demeden çayı önüme koyup karşıma geçip oturdu. ‘Teşekkür ederim.’ dedim. Bunu söylerken gülümsemiştim. Ağzından tek bir kelime çıkmadan o da başını öne eğip gülümsedi. ‘Siz de mi İzmir’e gidiyorsunuz?’ gibi basit bir soruyla giriş yapmak istemediğimden, ‘İkinci çaylar benden.’ dedim. Yüzüme bakıp gülümsedi. Daha sonra ellerini göğüs hizasına getirip, el işareti yaptı. Meğer orta yaşlı adamın konuşamama engeli varmış. Yüzüm bir anda kızarmıştı. İzmir’e dönüş yolu tebessüm dolu susuşlarla geçmişti.
O kadın diyordum; zamanla zaten seni iyice tanıyacaktı. İki gecelik terli yataktan arda kalanları düşünecekti. İlk bakışta dünyanın en güzel şeyi gibi görünecekti… Belki de sorunsuz bakışmalara âşık olmuştu. Sonradan tanıyıp nefret edeceği benliğime değil.