Kötü zamanların yaşandığı, zorlukların parçalanmışlık hissinin toplumsal zeminin kayganlığıyla, dünyanın sanki üzerimize devriliyormuş hissini çokça hissettiğimiz bir zamanda yaşıyoruz.
Buhran dönemlerinin varolduğu gerçeği ile yaşamaya çalışıyoruz. Her gün yaşamak için yeniden uyanmaya ihtiyacımız varken, uyuşukluk içinde bir çabalamayla uyuyup uyanıyoruz. İçimizin huzuru yokken, günlerimiz kalabalık bir kargaşa içinde ve biz de bu sancılı günlerimizin, faili meçhulü gibiyiz. Bir ütopya mı hayallerimiz, yoksa yaşamak zorunda kaldığımız bir distopya mı gerçeğimiz?
Bu kötü günlerin içinde, bulutların kasvetli hallerini görmekten duyulan bıkkınlık hissiyle sanatın yaraya deva olma olasılığını tartışabilir miyiz?
Sanat herkes için midir, sanatı anlamak için her hangi bir tabakanın mensubu olmak mı gerekir, zevk ya da duyulan hoşnutluk için entelektüel bir birikim mi gerekir? Bu soruların cevaplarını size bırakmak çok daha anlamlı olacağı düşüncesindeyim. Kendi fikrimse, “sanat” herkes içindir ve herkes için olmalıdır. Yeter ki insan anlama anlamlandırma çabası içinde olsun! Bir şey olmak için bir şey yapmak, sadece –mış gibi yaşamakla kandırılmak arasında zihninizi oyalamak olacaktır.
Sanat her yerde var mıdır?
Sanatın her yerde olması kimilerine pek hoşnutluk vermese bile evet sanat her yerdedir ve her yerde de olmalıdır. Ancak günümüzde “sanat” ucube olarak değerlendirilmesinden tutunda daha bir çok sıfatla anılabilmekte(!) Fakat bu öfke, sanata bu kadar tahammülsüzlük içinde olunmasından mıdır yoksa gerçekleri topluma bu kadar açıkça anlatıp kişilerin yerilmesinden midir? Görmezden gelinen ve görülmeyi engelleyen gerçeklerin, zihinlerde allak bullak edilmesi ve kişilerde hiçbir sorgulama yetisinin bulunmamasıyla beraber zihnin kuraklaştırılma çabası bu sansürler ve otosansürler değil midir?
Sanat her yerde varolmalıdır!
Şiirler, kitaplar, tiyatrolar, sinemalar, müzikaller, operalar resimler şehrin tüm güzelliği sanatla varolmalıdır. Ancak böyle bir varoluş, insanın dünyaya bakışını, zihnin kuraklaşmasını önleyebilir. Ancak bu güzellikler, sanatın mimarisiyle insanın benliğine yolculuk ettirebilir ve belki de hırsın egemenliğine bir son vermesinin amacı olabilir. Bu yüzdendir ki bir çok eser aslında, varolan düzenin değişmesine, aksaklıkların giderilmesine fayda sağlamak için yazılmaya ve anlatılmaya çalışılmıştır. Yine bu sebeple olacak ki! Kitapların yasaklanıp yakılması tiyatro oyunlarına sansür çıkması yani sanatın yasaklanması! İşte toplum da görünen her sosyolojik olgu için sanat kalkan görevi gördükçe, ötekileştirilmeye ya da devleştirilmeye, farklı kesimlere hitap ediyormuşcasına, soyutlaştırılmaya çalıştırılmıştır. Bunu bizlere yapan kimdir? Her eserde anlatılmak istenilen gerçeklik aslında yaşadığınız toplumun şeffaflığı değil midir? Buna en güzel örnek;
Miller’ın 1692 tarihli olayları konu alan “Cadı Kazanı” adlı tiyatro oyunudur. Yazılış amacı, ABD’de 1950’li yıllarda, McCarthy döneminde yaşanan komünist avını hicvetmekti. Bu olayları Salem’deki cadı avı ile koşutluk kullanarak anlatan ve böylelikle McCarthy’ciliği eleştiren Miller, kendi yaşadığı dönemin ABD’sinde aydınların yargılanmasını ve iktidarın muhalefeti susturmasını gündeme getirdi.
1953’e kadar ABD’nin tüm üniversitelerinde, basında, tiyatroda, sinemada ne kadar solcu aydın varsa baskıya uğradı. “Cadı avı” sırasında aydınlara Komünist Parti’ye üye olup olmadıkları soruldu. Üye iseler, diğer üyelerin isimlerini vermeleri ve “tövbe etmeleri” istendi. Bu aydınlar arasında Bertolt Brecht ve Charlie Chaplin de vardı. Arthur Miller da, uzun süren bu “cadı avı” döneminde, “Cadı Kazanı” adlı oyunu nedeniyle yargılandı ve mahkum edildi.
Cadı Kazanı, zulmün ve şiddetin doruğa çıktığı bu dönemi anlatır. Anlatılanlar, özgür düşünceye yaşama hakkı tanımayan birtakım bağnaz Hristiyan’ın, dini inançları kullanarak, toplumsal düzeni ve hukuku ele geçirmelerinin ibret dolu hikâyesidir. Arthur Miller insanlık tarihinin gördüğü bu en korkunç ve unutulmaz olayı sahneye taşımıştır.
Evet bunları bize yapanı şimdi düşünebiliriz!
“Sanat önemli değildir!” düşüncesi zihinlere yer ettirildikçe o zihinler yaşam mücadelesi içinde sanatı, elitist olarak gördükçe (gösterildikçe) toplum-sanat arasında tabakalaşma da kaçınılmaz olacaktır.
Kısaca sanat, insanların iyi günleri için mutluluk verirken kötü günlerinde habercisi olmaya çalışmıştır. Sanatın her dalında özgürlük vardır ve bu özgürlük için sanat her zaman “aydın” kalmalıdır!
“Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lazımdır ve bilirsiniz ki, bu temellerin en önemlilerinden biri sanattır.” Mustafa Kemal ATATÜRK
***
“Sanat her yerde” düşüncesiyle bir çok proje köylerde hayat buluyor. Bunun en güzel örnekleri “fark yaratanlar” programından “sinemasal” projesidir. Amaçları, sosyal açıdan imkânları kısıtlı olan çocukların ve gençlerin hayata daha olumlu bakabilmelerini ve iyi bir gelecek hayal etmelerini sağlamaktır.
Köylerde hayatları bir mücadele içinde geçen çocuklara bazen “sanat” gitmelidir. O gidilmeyen, bilinmeyen yüzlere ulaşmalıdır. Renkli kalemlerle müzik aletleriyle ufuklarını genişletecek güzel şeylerle gidilmelidir. İçlerinden bir ressam, bir yazar belki de sinemacı çıkabilecek o güzel yüzler için çok uzak köylere gidilmelidir. Bu köylere giden gönüllü insanlar içinde sonsuz teşekkürler edilmelidir.
***
“3 Aralık Dünya Engelliler Günü” fakat her yıl çeşitli yaşlarda 770 engelli öğrenci, sırf çocuklara “engelli arkadaşlarına nasıl davranmaları gerektiği” öğretilmediği için okulu bırakıyor! Maalesef böyle bir gerçek var. İçimi acıtan bu duruma, şahit olmuşluğum var! 12 -13 yaşlarındaki çocukların zihinsel ve bedensel engelli çocuklarla alay etmeleri, peşlerinden koşmaları, acımasız davranışları var! Böyle bir olayın içinde öfkelenmeden empati yapmalarını anlatmak o kadar zor ki! “Engelli çocuklara nasıl davranılması gerektiğini” öğretmek için önce ailelerin, sonra da okulların bu eğitimi vermesi gerekiyor. Okulunu bırakan engelli çocuklar, engel durumundan dolayı çocuklarını gizleyen sokağa çıkaramayan aileler var! Bu yüzden lütfen çocuklarınıza “engelli arkadaşlarına” nasıl davranılması gerektiğini öğretin.