Hastane odasındayız. İki tane pamuk gibi nine yan yana yatıyor. Başlarında ötüp duran makineler, serum şişeleri, bağlantı kabloları… Hepsi, arka fona çözülmesi zor gibi duran, bir karışıklık veriyor. Teyzelerden biri tanıdık; eski komşularımızdan. Hastaneye geliş amacımızda, onu ziyaret etmek zaten. Diğer yatakta ki teyzenin adı ise; Huriye.
Huriye Teyze ile nasıl tanıştığıma gelince; çok da zor olmadı aslında. Odaya girdiğimde, “Geçmiş olsun teyzecim” dememle; kendimi Huriye Teyze’nin yamacında buldum. O kadar çok sıkılmıştı ki, konuşacak birilerini arıyordu. İlk başta, okuyup okumadığımı sordu. Üniversiteye gittiğimi söyleyince, pek memnun oldu. “Sakın okulunu bırakma kızım.” diye de sıkı sıkı tembihledi. Sohbet ilerledikçe teyze, çiftçilik yaptığından bahsetti. “Benim de meslek bu; ben de kaç yaşıma geldim hiç bırakmadım işimi.” dediğinde, bakakaldım. Çünkü teyzenin yaşı, baya ilerlemiş gözüküyordu. Merak etmeme rağmen, yaşını sormadım. “Söylemek isterse zaten, kendiliğinden söyler.” diye düşündüm. Sonra, köyünü anlatmaya başladı. Köyü, Antalya’nın bir ilçesi olan Demre yakınlarındaydı. Demre’nin yeşilinin de denizinin de rengi hiçbir yerde olmaz. Teyze de bu doğal güzelliklerden doya doya bahsetti. Bir süre suskunluk olduktan sonra, hastaneye geliş nedenini anlatmaya başladı. Bir süredir karnı ağrıyormuş. Uzunca zaman önemsememiş. Fakat ağrı dayanılmaz hale gelince, hastaneye yatmak zorunda kalmış. Rahatsızlığından bahsederken bile, hala o önemsemez tavrı devam ediyordu. Hatta o kadar sakindi ki, hiç ağrısı var gibi gözükmüyordu. Ben kafamda bunları düşünürken, teyze birdenbire söze atıldı. “Aslında ben burada pek rahatım. Bana bu hastane, tatil köyü gibi geldi.” dedi. İçimden “Yok artık.” dedim. Sonuçta; hastane, hastanedir. Nasıl bir tatil köyü ile mukayese edilir ki?
Teyze anlatmaya devam etti. Evinde çamaşır, bulaşık makinesinin olmadığını, suların çok soğuk olduğunu ve her gün tarlaya gitmesi gerektiğini… Üzüldüm, şaşırdım. Bir anda tüm duygularım birbirine karıştı sanki. O kadar kalender, o kadar sakin anlatıyordu ki; bu cümleler de ne bir sitem, ne de bir isyan vardı. Sadece, hastanedeki koşullarının daha iyi olduğuna şükrederek anlatıyordu.
Teyzenin anlattıkları, beni derin düşüncelere sevk etti. Belki de anlattıklarının içeriğinden çok, anlatış biçimi düşündürdü. Çünkü anlatış biçimi, yaşadıklarını nasıl göğüslediğinin birer kanıtıydı. Kalenderdi; metanetliydi ve hep şükrediyordu. Sonra, kendimi ve çevremi düşündüm. Küçük sorunları ne kadar gözümüzde büyüttüğümüzü hatırladım. Önemsiz olaylara gereğinden fazla takılıp kaldığımızı… En önemlisi ise, elimizde olanların değerini bilmediğimizi…
Bir sürü elektronik eşyaya, sıcak suya ve şu anda sayamayacağım kadar çok şeye sahibiz. Her gün bunları kullanırken, o kadar rutine bindiriyoruz ki; yokluğunda nasıl yaşayabileceğimiz bile aklımıza gelmiyor. İnsanoğlu rahata kolay alışıp, kolay unutuyor öncesini. Sağlıkta dahil, kaybetmeden bir türlü anlayamıyor değerini. Elinin altındayken, unutuyor şükretmeyi.
Huriye Teyze’yi bir daha görebileceğimi sanmıyorum. Sadece şunu biliyorum ki; onun sayesinde daha fazla şükretmeye çalışacağım. Belki, o da bu amaçla hayatımın bir noktasından gelip geçmiştir. Vermesi gereken dersi vermek için.