O sabah yine Zübeyde Hanım’ın getirdiği çayımı yudumlarken günlük gazetelere şöyle bir göz atıyordum. Yan tarafta ise yazı işlerinden Canan ile saymanlık memuru Suna hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Önceleri hiç ilgilenmedim. Ama o kadar ateşli bir şekilde ve yüksek sesle konuşuyorlardı ki ilgilenmemek imkansızdı. Suna çok dertliydi. Bunca yıldır saçını süpürge ettiği hayırsız kocası, bugüne kadar yaptıkları yetmiyormuş gibi, şimdi de kumasını eve getirmek istiyormuş. Yana yakıla “Haydi içkisine, kumarına alıştım, hep öbür kadın yokmuş gibi davranıyorum” diyordu. Sonra da ağlamaklı “Ama bir de kumayı eve almak… Hayır işte buna razı olamam.” Ama bunca yıldan sonra, üç çocukla kendisini bile zor geçindiren babasının yanına dönmesi de imkansızdı. Bu çaresizlik de haliyle ruh sağlığını bozuyordu ve bizim zavallı Suna büyük bir bunalım içindeydi.
Zübeyde Hanım aralarına burnunu uzatmış öylece dinliyordu. Zübeyde Hanım bizim dairenin “olmazsa olmazı”dır. Asli görevi olan çaycılığın dışında dairenin akan tavanından, arşivdeki farelere, kaybolan evraktan, değişen vergi iade oranlarına kadar her şey onun ilgi ve bilgi alanına girer. Özellikle kimin emekliliğine ne kadar kaldığı hep bu sıkma başlı, kısa boylu, şişman ve yürüyor mu yoksa yuvarlanıyor mu pek anlaşılamayan Zübeyde Hanım’ın özel uzmanlık alanıdır.
Suna yine “Ne talihsiz başım, ne bitmez çilem varmış” diye başlıyordu ki Zübeyde Hanım kendini daha fazla tutamadı:
– Adama büyü yaptırtmışlardır mutlaka. Eşek dili yedirmişlerdir. Belki de papaz büyüsü. Bizim orada bir Pasaklı Gülsen var ona gidelim. Onun çözemeyeceği büyü yoktur!
Zübeyde Hanım’ın fikri pek itibar görmeyince, o yine çay ocağına yöneldi.
Canan’ı severim mantıklı kızdır. Bir taraftan Suna’yı teselli etmeye çalışıyor, öte yandan da çözüm arıyordu:
– Bu böyle devam edemez Sunacığım. Bak gençsin, nur topu gibi çocukların var. Gerçekler ne kadar acı olursa olsun sen güçlü olmalısın. Senin günden güne daha kötüye gittiğini görüyorum. Ruh sağlığın giderek bozuluyor. Bir desteğe, yardıma ihtiyacın olduğu ortada. Bir uzman sana yardımcı olmalı. Bana sorarsan mutlaka bir psikologa gitmelisin. Suna bunları hiçbir şey söylemeden dinliyordu, belki de dinler gibi yapıyordu. Canan kararlı bir şekilde devam etti:
– Gerçekten buna çok ihtiyacın var. Bak, Süreyya Bey diye bir psikolog varmış, onu pek methediyorlar. Anlata anlata bitiremiyorlar. Ona giden her kimse oradan kuş gibi hafiflemiş olarak çıkıyormuş.
Tam o sırada Suna’ya telefon bağladılar. Canan da önündeki evrakları imzalamaya başladı.
Son zamanlarda bir psikolog modasıdır aldı yürüdü. Şimdi herkes bir psikologa gidiyormuş. Bu iş bize Amerika’dan bulaşmış. Orada herkesin devamlı gittiği bir psikologu olurmuş. Hatta psikologların bile kendi psikologları varmış. Hani Karaköy-Üsküdar vapurlarında vapur hareket ettikten hemen sonra ortaya çıkıveren seyyar satıcılar vardır ya, hep “Abilerim, ablalarım…” diye söze başlar. Sonra çantalarından bir deterjan çıkarırlar. “Bunu alana şunlar da bedava” dedikten sonra, bir tarak, bir düzine çengelli iğne, iki kalıp sabun… vs.’yi de “Deterjanı alana bunlar da bizim hediyemiz” diye satarlar. Ve işte bunların her birini tanıtırken “Her eve lazım. Her eve lazım.” diye yırtınırlar ya, işte bu psikologlar da orada öyleymiş. Her eve lazım! Tıpkı bizdeki berber, kasap… falan gibi oralarda kimse psikoloğunu kolay kolay değiştirmezmiş.
Bizim memlekette millet, eskiden öyle ufak tefek şeyler için hemencecik bir ruh doktoruna falan gitmezdi. Niye? Çünkü adı deliye çıkardı da ondan. Bu yüzden doktorlar da şimdi millet çekinmesin, gelsin diye “Deli değil, ruh hastası” diye bir laf uydurmuşlar. Bir de bu psikiyatrların, psikologların muayenehaneleri öyle ramazanda pide kuyruğu gibi olmazmış. Çünkü hiç kimse onların bekleme odasında bir tanıdığıyla karşılaşmak istemezmiş. Doktorlar bunu iyi bildikleri için iki hastanın birbiriyle karşılaşmamasına özen gösterirlermiş. Bunun için iki randevu arasına mutlaka belli bir zaman koyar, böylece hastaların birbirleriyle karşılaşmalarını önlemiş olurlarmış.
Aslına bakarsan psikologlar da doktor değilmiş zaten. Bunları nereden mi öğrendim? Tabii ki bizim lokalden. Arada bir bizim lokale uğrar, daireden arkadaşlarla, daha çok eskiden bizde çalışıp da sonradan başka yere tayini çıkmış ya da emekli olmuş dostlarla karşılaşır, hasret gideririm. İşte geçenlerde uğradığımda bizim lokalde de gündem aynı idi: Stres, bunalım, sıkıntılar… vs. Bu hayat pahalılığında ve geçim sıkıntısında herkes psikiyatrlık olur elbette. Evet o akşam bizim “Kalem Tahir” ince ince anlatıyordu. Biz yazı işlerinde çalışan Tahir’e kendi aramızda “Kalem Tahir” deriz. Onun hikayesi de şöyle; yıllar önce yaşlı başlı, görmüş geçirmiş bir emekli, bir işi için daireye geldiğinde, bizim Tahir’e “Evladım tahrirat kalemi sen misin?” diye sormuş. O gün, bugündür, bizim Tahir’in adı “Kalem Tahir” kaldı. Evet bizim Kalem bu işleri iyi bellemiş; psikiyatr demek ruh doktoru demek oluyormuş. Yani o reçete yazan delilere bakan… filan işte. Psikolog ise doktor filan değilmiş. O reçete yazmayı bilmezmiş. O başka bir şey oluyormuş. Ama şimdilerde rağbet ona imiş. Çünkü o deli doktoru sayılmadığı için millet ona daha rahat gidiyormuş. Yani bizim Kalem Tahir’in anlattığına göre bu iş böyleymiş. İşte o Canan’ın Suna’ya sözünü ettiği o Süreyya Bey de bunlardan biri imiş. Tahir onu anlata anlata bitiremedi. Her derde deva bir doktor, yani doktor olmayan doktormuş. Hatta lokalde bulunan başka biri de “Haa… Süreyya Bey mi… Onun gibisi yoktur” diye lafa karıştı. Sonra da Süreyya Bey’in, yakın çevresindeki kaç kişiyi nasıl iyileştirdiğini ballandıra ballandıra anlattı.
Allah’a şükür benim bugüne kadar hiç öyle psikologa, ruh doktoruna filan ihtiyacım olmadı. Kendi halimizde yuvarlanıp gidiyoruz işte. Zengin değilim ama hamdolsun çok da fakir sayılmam. Babadan kalma başımızı sokacak bir evimiz var. Ata yadigarı zeytinlik maddi olarak yaşamımıza bir katkıda bulunmuyor ama hiç değilse bize yetecek kadar zeytinyağımız geliyor. Tek maaşla geçinmek kolay değil biliyorum, fakat biz de öyle çok kalabalık bir aile değiliz. Fazla paraya ihtiyacımız olmaz. Handan’la baldıza anasından miras kalan, Ankara’daki evin kirası da iyi kötü geçimimize bir katkı sağlıyor. Sözün kısası öyle bunalıma girecek bir para sorunumuz yok sayılır. Ülserle, hemoroidi saymazsak ciddi bir sağlık sorunum da yok. Şükürler olsun huzurlu bir aileyiz. Allah ağzımızın tadını bozmasın. Yani ben psikolog ihtiyacı olan biri filan değilim. Ama bu Süreyya Bey’i öyle bir methettiler ki, vallahi ben bile merak ettim.
Ama yine de bizim Ercan olmasa bu Süreyya Bey’e gideceğim hiç yoktu. Ercan çocukluk arkadaşım. Çok şeker bir kızı vardır. Herhalde 13-14 yaşlarında filan olsa gerek. Pek de bir güzel kız. Ercan’ın hanım tarafı çerkezdir. Bunlar böyle hep güzel olurlar. İşte bu güzel kız kekeme idi. İnsan o kızla konuşurken içi bir kötü oluyordu. Çünkü o güzelim kız bir kelimeyi söyleyeceğim diye öyle bir gayret sarfederdi ki, onu seyrederken siz kötü olurdunuz. O söyleyemediği kelimeyi söyleyeceğim diye parçalanıp da boynunu glu glu diye bağıran hindiler gibi öne uzatırken, ben de sanki bir faydam olacakmış gibi başımı aşağı yukarı sallardım. Ama o tatlı kız yine de o kelimeyi bir türlü çıkartamazdı ve içime fenalıklar gelirdi. İşte bizim Ercan’ın bu kekeme kızının bizim bilmediğimiz bir illeti daha varmış. Nereden bilelim? Kız uyurken altına kaçırırmış. Ama öyle böyle kaçırmak değil? Anası her gün çarşaftan geçtim, yorgan döşeği bile yıkarmış. İşte bizim Ercan anlattı, o kızı bu Süreyya Bey’e götürmüşler. İki aya kalmamış gece işemeleri düzelmiş. Şimdi tedavinin altıncı ayında imişler. Ercan’ın anlattığına göre kızın kekemeliği de neredeyse tamamen düzelmiş. Vallahi ben kızı epeydir görmedim ama Ercan’a inanırım, o yalan söyleyecek bir adam değildir.
Aslında Süreyya Bey ile ilgili başkalarından da çok hikaye dinlemiştim, o adeta bir mitoloji kahramanı idi. Fakat bizim Ercan’dan da bunları duyduktan sonra merakım iyice depreşti ve kendi kendime “Süreyya Bey’e gitmek farz oldu” dedim. Gitmesine gidecektim de, ona ne şikayetim var diyecektim? Neyse, onu da planladım iyi kötü. İşte geçim derdi, hayat pahalılığı, trafik terörü, hava kirliliği… Allah aşkına memlekette derdin kıtlığına kıran mı girdi? Biz de bir şeylerden yakınacağız elbette. Telefon açıp randevu aldım.
Süreyya Bey’in bürosu üçüncü kattaydı. Asansörden indiğimde karşılaştığım kapı diğerlerinden farklıydı. Kapı maun kaplama ve hayli gösterişli idi. Kapının üzerinde oldukça kocaman bir taktak vardı. Bu geçmişin izlerini taşıyan, rengi yeşile çalmış, üzerinde bir mitolojik tanrı figürü bulunan bronz bir kapı tokmağı idi. Kapı insanda daha içeri girmeden tuhaf bir saygı duygusu oluşturuyordu. Daha sonra turistik eşyalar satan bir dükkanda bunların benzerlerini görünce, ilgilenip sordum. Bunların gerçekten zaman aşımı ile yeşile çalmadığını, böyle aslında yeni olup da eskitilmiş görünümlü metal eşyaların kullanılmasının bir moda olduğunu orada öğrendim.
Süreyya Bey’in işte bu sözünü ettiğim kapısını gençten sarışın bir hanım açtı. Sekreteri olmalıydı. Şemsiyemi girişteki portmantoya astım. Salon oldukça geniş ve görkemli idi. Duvarlar şarap rengi boyalı idi. Bu şarap rengi duvarların tam ortasından 20 cm. kalınlığında bir şerit geçiyordu. Bu şerit de öbürüyle uyumlu renklerle ve çiçek motifleriyle bezenmişti. Sekreterin buyur ettiği koltuğa çöktüm. Tam sağımda ilginç bir masa vardı. Aslında bu bir masa sayılmazdı. Besbelli ki içindeki hiçbir yerlerde görmediğim deniz ürünlerini sergilemek için özel yapılmıştı. Alt tarafı herhangi bir masa görünümünde olmasına karşı, üst taraf dört bir yandan ve üstten cam bir muhafaza şeklinde tasarlanmış, böylece içindekilerin her bir yandan görülebilmesi sağlanmıştı. Bazılarının deniz kenarında deniz kabukları toplamaya pek meraklı olduğunu bilirim. Ama bu Süreyya Bey’inkiler öyle deniz kenarında hemencecik bulunacak cinsten kabuklara hiç benzemiyorlardı. Kim bilir hangi uzak diyarların canlılarıydılar. Hele bir tanesi içi aynen sedef gibi beyaz ve parlak, dışı ise koyu mavi yeşil hareli idi.
Bu geniş salonda İngiliz mobilyalar dikkatimi çekmişti. Yine İngiliz tarzı duvarın önündeki geniş kütüphanenin pencereye benzeyen küçük camlarından görünen ciltli kitaplar bu salona ayrı bir saygınlık kazandırıyordu. Tam karşımdaki sütunun üzerinde ultramodern bir tablo göze çarpıyordu. Bu tabloya uzun uzun bakmama rağmen pek bir anlam veremedim. Bir ara acaba ters mi asılmış diye aklımdan geçti. Olacak şey değil tabii. Ama ben yine de o tabloyu yukarıdan aşağıya değil de yatay bir dikdörtgen olarak canlandırmaya çalıştım. Bunu becerebilmek için de farkında olmadan başımı öyle bir sağ yanıma doğru eğmişim ki sekreter kız “Boynunuz mu ağrıyor efendim?” diye sormak zorunda kaldı. Ben de boş bulunup, şaşkınlıktan “Estağfurullah” diye cevap verdim. Her neyse. Ben daha bu geniş bekleme salonunun diğer ilginçliklerini keşfetmeye fırsat bulamadan sekreter hanım beni Süreyya Bey’in ofisine davet etti.
Süreyya Bey beni ayakta karşıladı. Elimi sıktı. “Buyurun” diyerek karşısındaki koltuğu işaret etti. Zaten oturacak başka bir koltuk yoktu. Bu oda salonun aksine oldukça küçüktü. Karşıda Süreyya Bey’in masası, bir de duvara monte edilmiş kitaplık dışında gayet sade bir oda idi. Zaten bu küçük odaya başka bir şey sığdırmak da mümkün değildi. Koltuk aslında yumuşak ve rahat görünümlü idi. Ama yere oldukça yakındı. Oturunca insana klozette oturuyor hissi veriyordu. Oldukça dar olan koltuğun içine kollarımı da sığdırmak nerede ise imkansızdı. Allah’tan ki koltuğun kolçakları oldukça genişti. Bilmem Süreyya Bey bu odayı ve koltuğu bilerek mi böyle tasarlamıştı. Çünkü insan bu konumda kendini adeta karşısındakine yani Süreyya Bey’e teslim olmuş gibi hissediyordu.
Süreyya Bey 45 yaşlarında saçları kısmen dökülmüş, şakaklarına kırlar düşmeye başlamış biri idi. Gözündeki yuvarlak, ince tel çerçeveli gözlükleri ona tam da “okumuş adam” havası kazandırıyordu. Spor giyimliydi. Şimdilerde moda olan gömleğin üstüne polo tarzı bol bir tişört giymiş, bu tişörtün eteklerini de alttaki bluejeanin üstüne salıvermişti. Alttaki kalın kauçuk tabanlı deve tüyü renkli ayakkabılar da bu kıyafeti tamamlıyordu. Önce ismimi, mesleğimi, yaşımı, medeni halimi ve adresimi sordu. Sormakla kalmadı, bunları sağ tarafındaki bilgisayara kaydetti. Bilgisayarın ekranı bu oturduğum yerden görünmüyordu. Sonra bana dönerek oldukça nazik bir tonla “Buyurun efendim, sizi dinliyorum” dedi. Ben de dersini çalışmış çocukların rahatlığıyla, yaptığım hazırlık üzerine anlatmaya başladım. İşte çalışma şartlarının zorluğu, yaşam şartlarının ağırlaşması, günlük yaşamın gerilimleri, sıkıntılar… filan. Süreyya Bey sözümü hiç kesmeden dinledi. Sonra soluklandığım bir anda aniden: “Siz çok disiplini bir insansınız Hicabi Bey” dedi ve ilave etti:
– Siz belli kuralları olan, inandığı prensiplerinden taviz vermek istemeyen çok disiplinli bir insansınız. Ne var ki sizin yıllardır titizlikle koruduğunuz bu prensipleriniz, bazen zamanın değişen değer ölçüleriyle çatışıyor. Bu çatışma da doğal olarak sizin ruhsal yaşamınızı olumsuz olarak etkiliyor.
Niye yalan söyleyeyim gerçekten çok titiz ve düzenliyimdir. Mesela dairedeki masamın üstü Türkiye haritası gibidir. Her şey hep yerli yerinde. Ortada üzerine hep ellerimi koyduğum sümenim, sağda üzerine notlar düştüğüm masa takvimi, solda önde kalemlerimin bulunduğu kalın porselenden yapılmış bardak, hemen yanında küçük pusulaların bulunduğu kutu, onun arkasında da bir arkadaşımın müdür muavinliğine terfi ettiğimde hediye ettiği fiberglastan yapılmış isimlik: Üstte “Müdür Muavini” altta da “Hicabi Türkoğlu” ibaresi kazılı. Sol üst çekmecede daima zımba, ıstampa, mühürler, tel zımba, ataş kutusu hep aynı yerdedir. Sağ üst çekmecede ise telefon defterim, emme hapım, iki not defteri.
Dediğim gibi masamın üzerindekiler hep aynı yerdedir. Çaycı Zübeyde Hanım bazen çay getirdiğinde çay bardağına yer açmak için bunları oynattığında bile sinir olur, hemen onları eski yerlerine koyar, çay tabağına uygun başka boş bir yer ararım. Yani sözüm o ki bu disiplin lafı tam da bana uydu. Mesela bozuk paralar daima pantolonumun sağ cebinde, küçük banknotlar ise sol cebimde bulunur. Büyük banknotlar ise daima ceketimin sol iç cebinde bulunur, tabii henüz ayın sonu yaklaşmamışsa. Bir de onlar mutlaka büyükten küçüğe sıralıdırlar. Paraların üzerilerindeki Atatürk figürleri daima aynı tarafa bakar. Hani pazar yerinde sebze alırken, satıcılar para üstünü uzatırken, paraları, kullanılmış bir kağıt mendili çöpe atar gibi dürüp büküp de uzatırlar ya, işte ben hep iki elim kanda olsa cebime yerleştirmeden o paraları bir bir sıraya koyarım. Bir dolmuşa bindiğinizi düşünün arkayı da üçlemişsiniz ve şoför para topluyor. Soluk almanın bile zor olduğu o ortamda hangi cebinizde kaç para olduğunu şıp diye bileceksiniz. Bir de dolmuş parasını yüzlük banknotların arasından çıkartmak bana çok görgüsüzlük gibi geliyor. Bunun tehlikeli olması da işin cabası tabii. Yanınızda oturanın hırlı mı, hırsız mı olduğunu nereden bileceksiniz. Her neyse.
Sözün kısası bu disiplin lafı tam bana göre. Burada size övünmek gibi olmasın diye, sırf bu titizliğimden dolayı, amirlerimden aldığım üç takdirnameden söz etmedim bile.
Süreyya Bey bana fırsat vermeden devam etti:
– Efendim giyim tarzınızdaki titizlik, saç ve bıyık modeliniz karakteriniz ve prensip sahibi bir insan olduğunuz hakkında önemli ip uçları veriyor.
Süreyya Beyin masası iki metal ayağa monte edilmiş, yarım aya benzer kalın bir camdan ibaretti. Koltuğu ise tekerlekler üzerinde hareket edebilen ve ekseni üzerinde sağa sola dönebilen bir koltuktu. Artık o koltuk mu Süreyya Bey’in hareketlerine uymak için onunla birlikte sağa sola hareket ediyor, yoksa Süreyya Bey karşısındakine verdiği mesajları güçlendirmek için mi bilhassa bu koltuğu ileri geri hareket ettiriyordu pek anlayamadım. Ama onun bu oturduğu koltuktaki hareketliliğine karşı ben, ben oturduğum yerde kıpırdamakta bile zorlanıyordum. Salondaki o ferah ve özgür hava burada kaybolmuştu ve sanki burada insan kendini tamamen Süreyya Bey’in iradesine terk ediyordu. Ama Süreyya Bey’in söyledikleri de Allah için gerçeğe uyuyordu. Fakat ben yine de bu son cümlenin esrarını pek çözemedim. Giyim tarzım da çok sıradandır. Oldu olacak iki takım elbisem var. Bir tanesi her gün daireye giderken giydiğim, diğeri üç yıl önce satın aldığım ve daha özel günlere ayırdığım bu yelekli takım. İçindeki de kaç senelik lacivert kravat. Benim tarzım işte bu! Bıyıklarım da sıradan, kırlaşmış bir sünneti seniye. Saçlara gelince. İşte orada biraz durmak lazım. Efendim malum insan bir yaşa gelince saçlar dökülmeye başlıyor. Bizim tepe de iyiden iyiye açıldı haliyle. Ben de bunun üzerine o kelliği kapatmak üzere sol taraftakileri biraz uzun tutup sağ tarafa doğru tararım hep. Bayağı da işe yarar. Yani o kel kısım bir hayli saklanmış olur. Buraya kadar tamam da ne zaman küçük bir esinti olsa, işte o soldan sağa taranan uzun saçlar görev yerini terk ederler. Ben de evden çıkmadan saçlarımın o kısmına uçuşmasınlar diye biraz briyantin sürdükten sonra tararım. Bu yüzden ne yapsam tarağın diş izleri de tel tel fark edilir haliyle.
Süreyya Bey devam etti:
– Sizin gibi duyarlı ve disiplinli kişilerde sıklıkla nörovejetatif distoniler, psikosomatik rahatsızlıklar hiç de sürpriz değil bizler için. Mesela uykusuzluk, baş ağrısı, ülser… en sık karşılaştıklarımız.
O ilk söylediklerini pek anlamadım. Ama ülser deyince işler değişti. O illetten neler çektiğimi bir ben bilirim, bir de yüce Rabbim. Askerden gelince etrafın da teşvikiyle “Alamanya sevdası”na kapılmıştım. O zamanların modası oydu. Herkes Almanya’ya gidiyor ilk sene bir transistörlü radyo ve elden düşme bir araba ile dönüp etrafa caka satıyordu. Biz de heveslendik ve gittik. Gittik de gitmesine, “Alaman’ın gurbeti”ne bir türlü alışamadım. Dili başka, dini başka, huyu başka. Hiç unutmam ilk dört ayda tam dokuz kilo vermişim. İşte bu ülser illetini orada, Almanya’da kaptım.
Bizim Almanya macerası çok uzun sürmedi. Vatan hasreti, aile hasreti derken gurbetin kahrına dayanamadım. “Guten Abend”la “Guten Nacht”ın farkını bile öğrenemeden geri döndüm. Bu sefer de işsizlik belası başımızda. İşte burada altı ay işsiz kalınca bizim ülser daha fazla dayanamadı ve midem delindi. Beni devlet hastanesine güç yetiştirdiler de, ameliyatla zor kurtuldum. Ama hala da yatak odasında başucumdaki komodinin çekmecesinde, dairedeki masamda ve hanımın çantasında birkaç emme hapı hep hazır bulunur.
Hani bıyığıma, saçıma bakıp da midemin röntgenini çeker gibi ülserimi anladı ya, vallahi bu Süreyya Bey dedikleri kadar varmış yani. Ne kadar olsa okumuş adam.
Süreyya Bey kendinden emin olarak söze başladı:
– Yine eşinizle olan olası frotmanlar…
Sözünü kestim:
– Frotman?
– Yani sürtüşmelerin de psikodinamizminizdeki destrüktif etkileri kaçınılmazdır.
Lafın sonunu yine anlamamıştım. Ama bu sefer sormaya cesaret edemedim. Ama mutlaka doğru söylüyordur diye düşündüm.
Sürtüşmeye gelince, saklayacak değilim. Her evde olduğu kadar bizim evde de ufak tefek sürtüşmeler hiç eksik olmaz. Bizim Handan sağ olsun bana göre pek bir şen şakrak, hayat doludur. Bu yüzden birçok zevkimiz birbirini tutmaz. Mesela ben akşam eve gidince şöyle pijamalarımı giyip, televizyonun karşısına kurulmak isterim. Bir de kestane kebap oldu mu değmeyin keyfime. Handan ise her akşam ya birilerine gidelim ister ya da birilerini bize çağırır. Hafta sonu olunca ben evimde huzurla oturup bir şeyler okumak isterim, o ise beni kırlara çıkmaya hatta dağ bayır gezmeye çağırır. Bir defasında sinemaya gitmeye karar verdik. Onda bile uzlaşamadık. Hani şimdi bu büyük alışveriş merkezlerinde cep sineması dedikleri küçük sinemalar oluyor ya işte onlara gitmeye karar verdik. Gitmesine gittik de işte bu Süreyya Bey’in söylediği sürtüşme orada da peşimizi bırakmadı. Handan tutturdu bir macera filmine gidelim diye, benim aklım öbür tarihi filmde. Neredeyse sinemaya girmeden dönecektik. Sonunda çareyi ayrı filmlere gitmekte bulmuştuk. Yani bu sürtüşme lafına hiçbir itirazım olamazdı.
Sonra Süreyya Bey devam etti:
– Sizin yapınızdaki insanlar yaşamı paylaştıkları, çevrelerindeki bireylerin özel hayatlarındaki dalgalanmalardan da çok etkilenirler. Bu durumda onların ruhsal yapıları da haliyle az ya da çok yara alır.
Bu adam sanki içimi okuyor. Pes vallahi. Aynen doğru. Hadi saçıma, bıyığıma baktı da ülserimi anladı diyelim. Nereden çıkarttıysa bizim hanımla olan sürtüşmeleri de bildi. Tamamen doğru. “Yakınlarınızın özel yaşamı” derken basbayağı bizim hınzır kızdan söz ediyordu işte. Acaba bunu nasıl anlayıverdi hemencecik? Ama söylediği gerçekten de pek doğru. Şimdi bu bizim haşarı kız önce Hakan’la nişanlanmıştı. Önceleri her şey pek bir yolunda gidiyordu. Hakan’ı severim, mülayim bir delikanlıdır. Ailesini de uzaktan tanırım. Bizim gibi orta halli, kendi halinde insanlar. Bizim kız durup dururken nişan yüzüğünü fırlatıp atmaz mı? Belki bir sebebi vardır ama biz hala bilmiyoruz. Şimdiki gençlere hiçbir şey soruluyor mu? Derken bizim kız Cengiz’le nişanlandı. Hakan da askere gitti. Meğer işin içinde iş varmış. Biz de sonradan öğrendik. Bu Cengiz var ya işte o Hakan’ın mahalle arkadaşıymış. İlkokulu da birlikte okumuşlar ve birbirleriyle hiç geçinemezlermiş. İlkokuldan sonra ayrı okullara gitmişler. Bu sefer de kavga futbol maçlarında devam etmiş. İkisi de okul takımında oynadığı için bunlar karşı karşıya geldikleri her maçta ya birbirlerini sakatlarlar ya da hakem sakatlanmalarına fırsat vermeden, çıkarıp bunlara kırmızı kartını gösterirmiş. Tabii bütün bunları biz o zamanlar hiç bilmiyorduk. Ama Halime bütün bunları biliyormuş. Bir de adını Halime koymuştuk. Hem anamın adı, hem de halim selim bir kız olsun diye. Ama nerede o günler? Ne diyorduk. İşte Halime bu rekabeti bildiği için, meğer Cengiz’i kıskandırıp, çıldırtmak için onun bu amansız rakibi ile nişanlanmış o zaman. Bu nişan da çok uzun sürmedi tabii. Neyse ki bir süre sonra Hakan askerden döndü ve bizimkiler tekrar nişanlandılar. Dört ay geçti şimdilik bir terslik yok gibi ama daha sonra ne olacağı hiç belli olmaz. Ben yine de dilimi ısırayım.
Süreyya Bey’in “Yakınlarınızın özel yaşamlarındaki dalgalanmalar” dediği işte bu! Tamam da, hangi babanın yüreği böyle dalgalanmalardan etkilenmez Allah aşkına? Her neyse. Biz orada bu minval üzere Süreyya Bey’le bir epey söyleştik. Hanım, kız, iş yerindeki sıkıntılar…vs. Bayağı rahatlamıştım. Demek ki anlattıkları kadar varmış diye düşündüm. Arada bir böyle psikologa gitmek insanları bayağı bir gevşetiyormuş. Vedalaşıp Süreyya Bey’den ayrıldım.
Yolda yürürken bütün konuşmalar tekrar beynimde canlandı. Süreyya Bey’den eni konu etkilenmiştim. Rahatlamasına da rahatlamıştım. Ama kafam hala bir yerlerde takılı kalmıştı.
Bu adam bıyığıma bakıp ülserimi, hanımla olan sürtüşmelerimizi bilmişti. Sanki ailenin bir ferdiydi. Hele hele kızımın yediği herzeleri nasıl bilebilirdi? Allah Allah.
Otobüs durağına yöneldim. Otobüsle bizim evin arası trafik yoğun değilse 20 dakika tutar. Çok beklemeden otobüs de geldi. Otobüste bir yerlere tutunmaya çalıştım. Malum eskiden otobüslerde büyüklere yer vermek gibi adetler vardı. Şimdi nerede o günler. Onlardan yer vermesini kimse beklemiyor da, beni en illet edeni bacak kadar çocukların oturdukları yerden insanın gözünün içine içine bakmaları. Yani artık ayaktaki büyüklerle göz göze gelmemek için ya elindeki cep telefonu ile oyalananları ya da pencereden anlamsız bir şekilde devamlı dışarıları seyredenleri artık “Pek bir saygılı çocuk” diye görmeye başladık. Yazık. “Hey Allah’ım ne günlere kaldık” diye içimden geçirirken “Oğlum Hicabi! Sanki senin kızın olsa senin yaşında birine yerini verir miydi?” diye sordum kendi kendime.
Şansım varmış o sırada bir çocuklu hanım yerinden kalktı da yerini hemen ben kaptım. Evet bizim Halime’yi düşünürken aklım tekrar Süreyya Bey’e takıldı. Bu adam her bir şeyleri biliyor. “Bu psikolog değil, ermiş olmalı” diye geçirdim. O ara bizim durağa gelmiştik. İndim. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Şemsiyemi arandım, yoktu. Hatırladım. Süreyya Bey’in portmantosunda asılı kalmıştı. Neyse ki eve hayli yaklaşmıştım. Ertesi günü bir ara uğrar, alırım diye düşündüm.
O akşam evde bizimkilere hiç bu Süreyya Bey’den söz etmedim. Belki ederdim de fırsat olmadı. Çünkü bizim bacanaklar telefon etmişler, akşama bir çayımızı içmeye geleceklerini söylemişler. Yemek, misafir falan derken, Süreyya Bey’e sıra gelmedi.
Ertesi gün hava bulutlu idi. Yağmura yakalanmamak için öğle paydosunda Süreyya Bey’e uğramaya karar verdim. Onun bürosu bizim daireye çok uzak sayılmaz, yürüyerek 10 dakika filan. Her neyse ben öğle paydosunda Süreyya Bey’in kapısındaydım. O yeşile çalan bronz tokmağı tıklattım. Kapıyı yine dünkü sarışın kız açtı ve “Buyurun efendim” dedi. Ben de “Şemsiyem” demeye niyetlenmiştim ki… “Şem..” ağzımda kaldı. Çünkü kızın sol omzunun üstünden bizim hanımla göz göze gelmez miyim? O da boş bulunup “Aaa… Sen…” gibi bir şeyler geveledi. Bir an ne yapacağımı şaşırdım. Ama çabuk toparlandım. Şemsiyemi aldım ve çıktım. Handan’ı da Süreyya Bey’i ile baş başa bıraktım.
Kendimi sokakta buldum. Şaşkınlıkla kızgınlık karışımı duygular yerlerini, bu ermiş psikologun kerametini çözmenin keyfine bıraktı. Bir daha da psikologa gitmedim.