Güzel bir çöl sabahına uyanmıştım. Duygularım kumlar kadar küçük ve sıcaktı. Koşmak, koşmak ve koşmak. Nefes almanın ilkelliğini, sıradanlığını ve gereksinimi unutarak koşmak. Ne muazzam bir sabahtı. O bir yerlerden beni izlerken ben ona koşmaktaydım vakitsizce. Gördükleri sadece yansımalarımdı. Benim göremediklerim ise tam olarak ona ait olaylardı.
Buradayım. Ayaklarım acıyor. Kendimi yere atıp bir daha kalkmamak istiyorum. Yer çekimine artık karşı koyamıyorum. Erisem keşke onunla yok olsam zamansızlıkta. Sesler. Çok fazla. Boşlukta nasıl bu kadar çok ses olabilir? Hayır durun. Kısmayın müziğin sesini. O kalsın. Bir tek o kalsın. Tüm dilleri unutayım, tüm sesleri unutayım ama bir tek o kalsın. Yeni oluşan bir yıldız gibi. Var olan tüm elementleri sömüren bir yok edici gibi.
Evet devam etmem lazım. Kalkıyorum. Önümde bir penguen var. Penguenlerin nerelerde yaşadıklarını düşünüyorum. Afrika’nın kuzeyi? Yo hayır değil… Madagaskar? Sanmam. Her neyse. Eğer gerçekten burada ve tam olarak karşımda duruyorsa o da bu civarlarda yaşıyor demektir. Ama içimden bir his itiraz ediyor bu kabullenişime. Aldırmıyorum. Ben ona yaklaştıkça tüyleri uzamaya başlıyor. Hızlandırılmış bir evrime mi şahit oluyorum? Bacakları irileşiyor, kafası büyüyor ve boyunda da inanılmaz bir artış. Gözlerimin yandığını hissediyorum. Bu ışık nasıl da yakıyor tenimi ah! Artık açamıyorum gözlerimi. Neredeydim? Kimdim ben? Penguen hala karşımda mı? Bir ses bölüyor tüm düşüncelerimi. Fakat duymuyorum sanki bu sesi. Kulaklarım bana ait değil. Sanırım zihnimin içinden geliyor duyduklarım. Koşmayı bırak diyor bana. Ama nasıl yapabilirim bunu? Yetişmem lazım, devam etmeliyim. Bırak beni demek istiyorum. Sanırım bir şekilde başarıyorum bunu söylemeyi ama benim ağzım değil bu dudaklarım yok gibi. Garip bir his kaplıyor içimi. Düşmek gibi değil. Bedenimin hiçbir etkiye maruz kalmadığını hissediyorum. Ne tatlı ve uyuşuk bir his. Kanımın akışını duyabiliyorum. Ama kalbimin sesi? Bu davullar da neyin nesi. Güm!güm!güm! Çok derinde…
Avuç içlerimde bir sıcaklık. Ama neden? Aldırmıyorum… Sanırım geldim. Gelmişliğin hissi var içimde. Vardım. Ulaştım. Başardım. Ama tek bir adım bile atmadım? Yoksa o mu bana geldi? Amaç ona varmaksa sayısı önemli mi attığım ya da atmadığım adımların. Yeşil bir düşünce kaplıyor içimi. Evet kesinlikle olmam gereken yerdeyim. Ne bir adım fazla ne bir adım eksik. Tam olarak olması gereken yer. Ama ben kimim? Kendimi penguene emanet ettiğimden beri ne kadar vakit geçmişti? Nerede olduğumuzu bilmek istemiyorum. Mühim değil. Sadece ulaşmanın hazzı yetiyor her hücreme. Ancak başka bir his kaplıyor içimi…
Çözülüyorum artık. Bedenim yavaş yavaş maddesellikten uzaklaşıyor. Tam da olmam gereken yerdeyken. Tam da yeşili bu kadar derinlerimde hissetmişken. Göz çukurlarım acıyor. Küçücük damlaların nasıl oluştuklarını görebiliyorum. Kendi içimi görebiliyorum artık. Aldığım nefesi görebiliyorum. Otuz sekiz tane adenozin tri fosfatımın nasıl oluştuğunu ve parçalandığını görüyorum. Beni oluşturan atomlarım arasındaki bağlar yavaş yavaş kopuyor. En çok da kovalent olanlar. Ama neden? Açığa çıkan ışık ne muazzam!
Evet artık görebiliyorum. O gücü görebiliyorum. Bütün yaşananları görebiliyorum. Çölde bir kadın koşuyor görüyorum. Hem de tüm yansımalarını. Düşüyor. Ayağı küçücük kumlara takıldı. Kalkıyor ve minik bir penguene rastlıyor…
Boşlukta ne çok ses var duyabiliyorum. Bir yıldızın patlaması, kozmik bir fırtına. Marstaki suyun sesi, bir galaksinin varoluşunu… Ben hepsini görüyorum ve duyuyorum. Kim olduğum hakkında en ufak bir fikrim yok ya da ne olduğum. Artık anlıyorum. Varmak için bu kadar koşmama gerek yokmuş.
Benim tatlı penguenim. Varlığını duyumsayabiliyorum.
Teşekkür ederim…