Sevdiğin cümleler dökülüyor içime. Hani oturmuştuk denizin kıyısında ama ruhumun ve ruhunun tam ortasında. Aklımız nasıl da dökülmüştü, kumlar gibi ufacık kalmıştık. Tüm evrenin ışığı içimize akmıştı… Hep bunu düşündüm. Fenerleri düşündüm sonra. O güzel fenerleri. Tek tek yakmıştık. Sanırım hiç yaşlanmayacağım.
Bir keresinde ‘yaşlanıp eskimekten korkuyorum’ demiştim sana, hatırladın mı? Artık yavaş yavaş yok oluyor bu düşünce içimde. Çürüyen bir karahindiba gibi değil, ellerini birbirine sürttüğünde başkalaşan soğuk gibi… Belki bir gün hiç ummadığım bir anda yaşlanabilirim. Bilemiyorum. Ama henüz değil. En azından bu yüz yılda değil.
O kadar kolaymış ki bunu başarabilmek. Erişebilmek kılıksız bir sonsuzluğa… Ve ben bunu her gün yapmışım seninle. Her an. Korkmadan. Utanmadan. Mağaralı adamların taştan fikirlerine aldırmadan. Ayağımıza takılanlara selam vererek yapmışım. Ekmek gibi. Su gibi. İçinden doğduğum başaklar gibi… Boşluğun bir hiçlik olmadığını kabul ettiğim gün anlamışım neden uzayda yer çekimi olmadığını. Anlamışım başlamanın bitmek değil de akıl ve hayal barındırmayan bir mevzu olduğunu, hem de tüm ihmalsizliklere rağmen…
Ama artık nerede buluşursak buluşalım sen yoksun. Özellikle de rüyalarda. Çünkü zaman artık ağda kıvamında, damağımı yalıyor her seferinde. Hayır, üzülme sakın. Bir olumsuzluk değildir söylediklerim. Hatırlasana, biz patlamış mısırı severdik onlarsa anlattığımız hikayeleri. Hatırladın mı o adamı? Hastaymış. Yazıktı evet. Çünkü insan hep koşulludur ölüme. Ölüp yitmeye. “Gülmekten öldüm” derler bilirsin. Ne kötü! En ufacık mutluluğa acı sokmaya çalışanlar… Keşke sadece fotosentez yapıp ekosisteme dahil olsalar! Biz de o ekosistemlerde sabahlara kadar mısır patlatsak. Okyanuslara taşıp Everest’in tepesine otursak. Hem yeryüzünden yükseklere doğru çıkıldıkça ağırlık azalır. Everest tam 8848 metre. Ne güzel! Çünkü ağırlık azalırsa küflü düşünceler de azalır. Sancılar hafifler. Kaygılar bulanıklaşır. Bak keşişlere…
Biz de o yükseklikte buluşurduk yeniden. Eski ve yeni olarak, yeniden. Herkesten ve her şeyden uzakta yeniden dökülürdün içime. İşte tam o anda keşfederdim kayıp kıtamı. Varabileceğim son noktaya varıp bir nokta olurdum o tepelerde… İnsanların kafalarını kurcalamazdım artık. Önce benden sonra da senden başlardık çözülmeye. Bilirsin, birisi her zaman bir ‘tık’ daha fazladır çünkü. Çıkacağımız yolculukta belki diğer tüm yolcuları, kokuları ve ışığı keşfederdik. Hiçbir şey bırakmadan geçip gidebilir miydik? Ne fark eder ki? Eksildikçe çoğalırdık. Çünkü kendimizi kendi içimizden izlemeye mahkum değildik…
Ne güzeldi. Ve hala ne güzel! Biz kelimelerle düşünce sayardık, bozuk plaktaki şarkılar ile.
Çok fazla düşünce birikti…
Saymayı hatırlıyor musun hala?