Bir söz dağıtabilir tüm karanlıkları
Bulutlarda dolanabilirsin…
Aşkın sadece pembesini değil
Gökkuşağı gibi alalede renklerini taşıyabilirsin…
Her yeni sabahta
Her gece yatarken
Ya da bi gece yarısı
Yüzünde tebessümle
Uyuyup, uyanabilirsin…
Soylu Prensim
Binlerce ruh öldürdüm tek bedende. Ama senin kadar başarılı olamadım karanlık prensim. Sentinus’un umut kokan elleriyle okşadığı, küçük narin çocuk ruhumu öldürdün sen. Sonra ne mi oldu? Tek tek karşıma dikildi güçlerini tanımadığım insanların Tanrıları. O vakittir ki dizelerim doğdu, küllerinden doğan Phoenix benzeri. Yine de Tanrıları indiremedim gökyüzünden senin gibi.
Mum ve kil kokan sayfalarımı karalıyorum durmadan. Sonsuza dek zarar görmeden ayakta kalacak gibi görünen maun yazı masamın başından ayrılmıyorum. Bulunduğun devrin gözde kadınlarından mı sandın beni? Ne cehalet. Soylu prensim…
Mutlu’y’muş
Uyandık… “mış” gibi yapmıyoruz artık. Bilmiyoruz, bakmıyoruz sormuyoruz kendimizle konuşmuyoruz. “Küs” gibiyiz. ‘Sakın konuşma!’ derken bile duymak istediklerimiz var, ama acıtır diye kulaklarımızı kapattığımız… Söylemek istemediklerimiz var söylemek zorunda olduklarımız gibi… Amalarla başlayan cümlelerimiz var ama!
Bir şeyler eksik. Yarım kalmış bir şeyler… Uyandığımızda sözlerimize, kendimize, zamanımıza “harcanmışlık” yaşattığımız şeyler. Ne garip değil mi? Başlarken “biz”dik bitirirken yabancılaştık hiç tanışmadık sanki…