Yarı rüyada yarı uyanık araladım gözlerimi, ılık bir ıslaklık vardı bacaklarımın arasında. Sağ tarafımda uyuyan kardeşimin altını yokladım usulca, kuruydu. Sol tarafımdakine baktım, o da öyle. Utanç içinde kaldım, onlar değildi, bendim gece altına kaçıran. Hava aydınlanmaya başlamıştı, saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Kıpırdamadan duruyor ve ne yapacağımı düşünüyordum.
Herkes uyanana kadar kurur muydu acaba? Yoksa kalkıp değiştirmeli miydim? Kafamı hafifçe doğrultarak en başta yatan annem ve babama baktım. Fark ederlerdi kalktığımı, hem onlar fark etmese de, altı kardeşimden biri muhakkak uyanırdı.
Annem, kardeşlerim altına kaçırdığında döverdi onları, ailenin ilk ve en büyük çocuğunun yani benim bunu yaptığımı duysa ne yapacaktı acaba? Bazen; ‘kim altına yaparsa tandır ocağının üstüne oturtacağım onu.’ derdi. Bana yapar mıydı? Kesin yapardı. Çok korkuyordum, gözümde hiç uyku kalmamıştı.
Utanç ve korku birbirine karışıyordu kalbimde. Öğretmenimiz; ‘okula gelenler evdekilere örnek olmalı’, derdi. ‘Örnek olacağınız kişi anne ya da babanız da olabilir. Doğru olanı, öğrendiklerinizi onlara anlatmaya çalışın çocuklar.’ On bir yaşında altına yapmış bir kız kime nasıl örnek olabilirdi?
En küçük kardeşim, on beş aylık Zehra’nın ağlama sesini duydum, gözlerimi kapattım hemen, annem onu emzirmek için alırken, benim uyanık olduğumu fark edebilirdi. Gözlerim sıkıca yumulu halde beklemeye devam ederken, Zehra’nın ağlaması kesilmiş, annemi emmeye başlamıştı bile. Daha sıkı yumdum gözlerimi, karanlık beni saklıyordu sanki. Annem kalktı, ekmek yapmaya gidecekti, ‘Ayşe kalk hadi’ diyerek ayağıyla dokundu ayak ucuma. Kalbim duracaktı, ya da kalbimin sesinden kardeşlerim uyanacaktı.
Elimi bacaklarımın arasına doğru götürdüm, hala ıslaktı ve sanki hala mı akmaya devam ediyordu? Ama nasıl hissetmezdim bunu? Ve galiba biraz kaygandı. Belimden aşağısı uyuşmuştu ve ben daha önce hiç yaşamadığım, tuhaf bir sancıdan başka hiçbir şey hissetmiyordum. Elimi yavaşça yukarıya doğru çektim, kahvemsi bir kırmızılık vardı parmaklarımda, kandı bu ama elimiz kesilince ya da düşünce dizimizden akan kandan değil, tuhaf bir kan. Korkum daha da arttı, ne yapacağımı bilemez halde, olduğum yerde kıpırdamadan parmaklarıma bakmaya devam ettim, tuhaf kokuyordu çok tuhaf, ekşimsi gibi. Ölüyor muydum acaba?
Mehmet uyandı ve Mahmut’u uyandırdı. Ben yine gözlerimi kapattım ve elimi yorganın altına sakladım. ‘Hadi kalk annem ekmekleri yapmıştır.’ Onların konuşmalarından ve hareketlerinden diğerleri de uyandı ve teker teker çıkmaya başladılar kapıdan. Zaten hepimiz yerde yan yana yattığımız için, biri uyandığında herkes uyanırdı. Babam da kalktı, kucağına Zehra’yı aldı.
Tam üstümden geçerken sesini duydum ‘Ayşe hala yatıyor musun sen, anan hem çocuklara bakıp hem ekmekleri nasıl yapacak, kalk çabuk, bir işe yara.’
Ağlamıyordum fakat gözlerimden yaşlar akıyordu, kendiliğinden akıyordu ben asla ağlamıyordum. Kalktım, elbisemin arkasına baktım, pijamamı geçip kan buraya kadar ulaşmıştı, yatağa baktım solmuş kahverengi battaniyede belli olmuyordu. Hemen üstümü değiştirmek için eğildim, sancım daha çok arttı ve aktığını hissediyordum. Tutmaya çalıştım ama tutulmuyordu. Güçlükle değiştirdim pijama ve elbisemi, kan akmaya devam ettiği için bunlara da çıkacaktı, dört yaşında ki Vildan’ın pijamasını yerleştirdim bacaklarımın arasına, bu kanın dışarı çıkmasını engellerdi en azından. Yatakları topladım, evimiz tek odalıydı, bir köşeyi döşeklik olarak kullanırdık, hepsini düzgünce oraya üst üste koydum ve çarşafla üstlerini örttüm. Sancının şiddeti korkumdan büyük değildi. Dışarı çıktım, ekmekler pişmişti. Annem ters ters suratıma bakarken babam hiç kafasını kaldırmadı. İliştim kardeşlerimin yanına, sofra bezini çektim dizlerime. Bir parça ısırdım ekmekten, ağzımda geveliyor fakat bir türlü yutamıyordum. Gözyaşlarım yine aktı ve “anne hastayım, okula gitmeyeceğim bugün” dedim, eve girdim ve ağlamaya başladım. Sesim çıkmasın diye elimi ısırarak, yumruklarımı sıkarak ağladım. Annem geldi ve sordu;
– Neyin var kız?
– Bilmiyorum anne, sabah uyandım ve kan içindeydim.
Sabah çıkarttığım elbisemi gösterdim.
– Ölüyor muyum ben anne?
Annem gülmeye başladı, seviniyordu. Alnımdan öptü beni.
– Nihayet beklediğimiz oldu.
Neyi bekliyordu, bir anlam veremedim. Şaşkın şaşkın baktım yüzüne, ‘ölmüyorsun kadın oldun artık.’ dedi. Kadın olmuşum. Peki önceden neydim ki? Nasıl olunuyordu kadın? Bu sancıyla mı, korkuyla mı, bilinmezliklerle mi?
Kadın olmak ne demekti? Yani artık çocuk değil miydim? Hayatımda ne değişmişti? Çocuk olarak uyuyup kadın olarak uyanmıştım. Garipti çok garip ve bilinmezlik ürkütüyordu beni. Zaten insanoğlu bilmediği her şeyden korkmamış mıydı dünyanın varoluşundan beri.
Annem geldi tekrar yanıma bir zamanlar beyaz olan fakat şimdi gri ve üzerinde küfün çeşitli tonlarında lekeleriyle bir bez verdi ve bunu koymamı söyledi pijamamın içine. Söylediğini yaptım. Kardeşlerim okula gitti, babam koyunları otlatmaya.
Annem çamaşırları yıkamamı söyleyerek evden gitti, haftada bir defa tulumbaya gider, bidonlara su doldururduk, çamaşır yıkayacak su vardı. Kapının önüne çıktım ocağı yaktım, kazanı üstüne koyup yetecek kadar su doldurdum, o kaynarken bende yıkayacağım çamaşırları ayırdım. Sabunu attım kazanın içine, annem bunu yapmama çok kızardı, sabunun boşa harcandığını çabuk bittiğini söylerdi. Benimse çok hoşuma giderdi ve şimdi o evde olmadığı için yapabilirdim. Hem çamaşır yıkıyor hem de okul yaşı gelmemiş küçük kardeşlerime bakıyordum.
Annem; yanında nenem, teyzem ve yengemle geldi. Eve geçip beni de çağırdılar. Nenem çenemden tuttu, ağzımı açmamı istedi, dişlerimi göstermemi. Saydı galiba, kadın olduğum için diş sayımda mı değişmişti yoksa? Bilmiyordum, soru sormaya kalktığımda ise susmamı söylüyorlar, beni azarlıyorlardı. Çaresiz sustum. Elbisemin düğmelerini açıp göğüslerime baktı nenem. Yengem yüzünü buruşturdu bunu da anlayamadım. ‘Tamam’ dediler. Tamam olan neydi? Ben mi, dişlerim mi, göğüslerim mi?
Ertesi sabah okula gitmek için önlüğümü aldım, babam alıp fırlattı, “okul falan yok artık” dedi. Kafamı eğdim. Babama soru sormak değil, sorduğu soruya cevap verdiğimde bile döverdi beni. Kız kısmı konuşmaz sadece dinlermiş. Söylenileni yaparmış, annem de konuşmazdı pek, bu yüzdendi suskunluğu, hiç gülmeyişi, hep üzgün oluşu sanırım. Zaten gülmek kız kısmına günahmış, öyle derdi annem.
Akşama doğru babamın amcaoğlu Salih amcalar geldi, yanında ninem, yengem ve çocukları da vardı. Çok sevindim onları görünce, benimle aynı yaşta kızları vardı, pek konuşamasak da; Necla ile birbirimize bakar gülümserdik arada, kimse görmesin diye de başımızı öne eğerdik, işlediğimiz günahı saklamak amacıyla. Necla’nın bütün kardeşleri kızdı, tam beş tane kız kardeşi vardı ikisi engelli, onları da çok severdim, kendi kardeşlerim gibi.
Salih amca hediyeler getirmişti bana, nenem de öyle. Hayret içindeydim, bugüne kadar hiç hediye almamışlardı, aslında kimse bana hediye almamıştı. Nenem beş tane altının olduğu kırmızı kurdele taktı boynuma, Salih amca ise bilezikler. Yengem hala bana kötü bakıyordu, tiksinir gibi. Tıpkı, göğüslerime baktığı yüz ifadesiyle. Onu kızdıracak ne yapmıştım bilmiyordum ama mutlaka bir şey olmuştu.
İlerleyen sabahlarda annem leğene su koyup yıkadı beni. Nenem gelinlik giydirdi, kollarım altın dolu, kafamda kırmızı tülbent vardı. Evleniyordum, kiminle olduğunu bilmiyordum, korkuyordum yine. Kadın olmak korkmak demekti belki de, her şeyden korkmak, her gün daha fazla korkmak. Davulların, zurnaların sesini dinledim, camdan görmeye çalıştım, babam ve Salih amca yan yanaydı halayda. Kocam kimdi acaba, babamın yanında kocamın halay çekiyor olması gerekiyordu, böyle duymuştum konuşmalarda. Ama kocam yoktu Salih amca vardı orada. Düğün bitti, sesler dindi. Beni Salih amca ile yengem alıp, evlerine götürdüler. Onların evi iki odalıydı, Salih amca beni odaya götürdü, gelinliğimi çıkarttı, korkudan titriyordum ve utanıyordum, tıpkı kadın olarak uyandığım sabah gibi. Üstüme geldi, bir şey oldu. Aynı o kanamanın olduğu yerde, canım yandı, çok acıdı, çığlık attım Salih amca da bana tokat attı sonra ne oldu bilmiyorum. Uyandığımda odada tek başıma kalmıştım, göz yaşlarım yüzümde kurumuş, bacaklarımda kan ve yapışkan bir sıvı vardı, hala canım acıyordu. Bir sızı, kağıt kesiği gibi, içimde, derinlerde. Bana ne olmuştu, ne yapmışlardı? Annem tüm bunlara nasıl izin vermişti? Kalbimin acısı bedenimin acısından daha büyüktü.
Yengem geldi, kalkmamı söyledi. Beni yatmam için almamışlar. Necla da bana gülmüyordu artık yüzüme bile bakmıyordu. Günler çocuklara bakmakla, ekmek yapmakla, çamaşır yıkamakla geçiyordu. Özlemlerim içimde büyüyordu. Okulumu, öğretmenimi, sınıfımı, kardeşlerimi özlüyordum. Canımı yakmalarına izin veren annemi bile özlüyordum.
Yengem günde bir defa mutlaka beni dövüyor, Salih amca da bazı geceler o korkunç şeyi yapıyordu. Karnım git gide büyüyordu.
Yengem yine beni döverken Salih amca eve geldi ve ona vurdu, ‘karnındakine bir şey olursa öldürürüm seni’ dedi. ‘Erkek doğursaydın bunun burada işi yoktu.’
Karnımda bir erkek bebek varmış. Bu sancının, hissettiğim hareketin sebebi buymuş. Aylar geçti ve ben artık hiç gülmüyordum, annem gibi olmuştum. Kadın olmuştum, kadın olmak lanetlenmekmiş. Yanmakmış, yaşarken ölmekmiş. Ya da köle olarak nefes almak ve mükafatı olan ölümü beklemekmiş. Aşağılanmak, tecavüze uğramak, dövülmekmiş. Hepsini yaşıyor tadıyordum evet artık tam bir kadındım.
Kucağımda bir bebek, bir kız, bir melek. Ben de böyle mi doğmuştum, annemin ilk çocuğuydum, bana bakan bu kara gözlü kız gibi, ben de anneme böyle mi bakmıştım? Ne hissetmişti acaba, sevmiş miydi beni? Yoksa o da kız doğurduğu için babamdan dayak mı yemişti, benim Salih amcadan yediğim gibi. Sahi hala amca diyorum neyimdi acaba benim?
Tren gidiyor, düdük çalarak, dumanlarını görüyorum. Beni tebrik ediyor, kaçtığım, kaçabildiğim için. Kucağımdaki bebeğin hayatını kurtardığım için.
Kaçıyorum, arkama bakmaya korkuyorum, sanki Salih amca ya da yengem saçlarımdan yakalayacak, sürükleyecek eve götürecek ve kızım, kadın olacak yani ölecek, acılar çekecek. Bakmıyorum arkama, kucağımdaki bebeğe bakıyorum, her şeyden habersiz gülümsüyor bana.
Umutla doluyor içim ona baktıkça, bir umut diyorum. Kadın olmak istemiyorum, anne olmak için ne yapmam gerekiyor bilmiyorum ama belki yeniden çocuk olabilirim onunla. Ömrümün ilk on iki yılında sahip olduğum tek güzel şey bu hayatta.
İsmini bilmediğim o kadın askeri düşünüyorum sonra, ‘kaç’ deyişini bana, cüzdanındaki tüm parayı verişini, ‘kaç ve git İzmir’e, ilk gördüğün karakola gir, polis ağabeyler var orada, onlar kadınların sığındığı yere götürecekler seni, kurtar kendini ve bebeğini, al bu da numaram gerekirse karakoldan beni ara.’
Kaçıyorum ve ben uzaklaştıkça daha da bir aydınlık oluyor hava, kaçıyorum doluyor içim umutla. O anda geliyor aklıma, ‘Umut’ diyorum, Umut olsun senin adın. Umut ol yavrum hem kendine hem bana.