Ben özlüyorum, özledikçe de yazıyorum. İnsan genelde özleyince yazar. Yani en azından ben öyle yapıyorum. İyi geliyor yazmak. Yalnızlığa iyi geliyor. Biraz da olsun unutturuyor. Olduğun yerden uzaklaşıp olmak istediğin diyarlara ücretsiz yolculuk imkanı tanıyor. Bunun için çok bir şey de gerekmiyor üstelik. Bir kalem, silgi bir de defter yetiyor. Hem yoldaşlık da yapıyor, her sıkıntını dinliyor. Sevincini, mutluluğunu paylaşıyor. Arkadaşın, dostun, sırdaşın oluyor. Konu “yazmak” olunca kağıt derya deniz oluyor.
Neyi mi özlüyorum? Çok şeyi… Mesela bir gecede üç şiir yazabildiğim yıldızlı geceleri özlüyorum. “Bir gece de üç şiir yazılır mı?” demeyin, yazılır. En azından ben yazıyordum. Neyse bunu daha sonra anlatırım.
Aklımda sadece uyaklı cümlelerin uçuştuğu zamanları özlüyorum. Dertsiz, tasasız kalemlerimi… Çiçek kokan, böceklerin fink attığı mısraları… Tamam, çok da çiçek kokulu, böceklerin fink attığı şiirlerimin olduğu pek söylenemez ama yine de seyrek de olsa yeşillik vardı. Şimdi onlar da yok. Onlardan tek kalan şey “özlem” oldu. Bir de yazmak. İnsan özledikçe yazıyor, yazdıkça özlüyor. İlkokulda kompozisyon sınavlarında öğretmenimiz, “Kompozisyona `insan` diye başlamayın da, nasıl başlarsanız başlayın” derdi. Ama ben hep “insan” ya da “insanlar” diye başlıyorum yazmaya. Eğer öyle başlamazsam diğer kelimeler takılmıyor peşine. Umursamıyorlar özlem çağrımı. Ben de çaresiz onların istediklerini yapıp “insan” diye başlıyorum. Konu “yazmak” olunca insanlık özelliğini hatırlıyor insan ya da hatırlatmak istiyor, belki de ondan “insan” diye başlıyor yazılar. Kim bilir…
Öğretmenimiz, “Kompozisyonun iyi ama keşke bir de konu ile ilgili yazsaydın” derdi. Öğretmenim, ben hala konu ile ilgili yazarken zorlanıyorum. Hala bu konuda yani, “konu ile ilgili” yazma konusunda sınıfta kalıyorum. Hayat notumu kırıyor. “Yazmayayım” diyorum, sonra yine kendimi yazarken buluyorum. Çünkü yazmayı da çok özlüyorum. Yazma ile aram açılınca çok önemli bir şey yapmamış gibi bir burukluk hissediyorum. Avuçlarım kaşınıyor, geceleri uykum kaçıyor ya da bütün gece rüyamda yazdığımı görüyorum. Sayfalarca yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum… Uyanınca da hepsi terk etmiş oluyor aklımı. Defterimin boynu bükük kalıyor.
Eskisi gibi olmasa da, hala kör topal bir şeyler yazıyorum. Beğenilir, beğenilmez o ayrı konu. Ya da okunup okunmaması, yazdıklarımın ne tür tepkiler aldığının da pek önemi yok. Önemli olan ben yazmak istiyor muyum? Yazmak bana iyi hissettiriyor mu? “Yazmak, öyle olmaz böyle olur” diyenler de çıkabilir. Olumsuz, ağır hatta aşağılayıcı tepkiler de gelebilir. “Sen yazmayı bırak” diyen de çıkabilir. -Ki çıktı da…- Bunlar gayet normal. Herkes sevecek bir kural yok. Herkes severse ya da hiç kimse sevmezse asıl sorun burada demektir. Ama o sorun onlarda değil, bendedir. Çünkü ya gerçekten kötü bir yazı yazdım “içi boş” da diyebiliriz, ya da mükemmel bir yazı yazdım ve artık üzerine katacak tek bir noktam bile kalmadı ve çıtayı öyle bir yere koydum ki, bir sonraki yazımı da, daha sonraki yazılarımı da aynı mükemmellikte yazmak zorundayım. Eğer yazamazsam kendi topuğuma sıkmış olurum. Kötü yazdıysam, bir sonraki sonraki yazımın üzerine daha çok titreyip durumu toparlayabilirim. Yani konu “yazmak” olunca usta olmaktansa, çırak olmayı tercih ediyorum. Çünkü çırak olunca her daim hata payın daha çok oluyor.
Kısacası, iyi de yazılsa, kötü de yazılsa asıl önemli olan samimi olması, derdini iyi anlatmış olması lazım. Bir de severek ve isteyerek yazmak lazım. Sonrası bir şekilde geliyor. Ulaşması gereken yerlere ulaşıyor. Bir de bazı yazılanlar bazılarının gözüne batıyor o ayrı konu. Yani ulaşıyor ama tersten ulaşıyor galiba ki, ceremesini tersten anlayan değil de, yazan çekiyor. “Kısacası” dedim bu tarafa girersek destan gibi yazmak lazım. Ya da başka bir yazının konusu yapmak lazım. Neyse uzun lafın kısası yazmak hem maddi hem de manevi açıdan makul bir uğraştır. Uğraşanlara inat ve uğraşanlarla fazla uğraşmadan yapılması gereken bir uğraştır.