Akşam karanlığı henüz çökmüştü. Her zaman olduğu gibi yine gözlerine emanet etti kendini.
Karşısında duran adama baktı. Ne ara bu kadar yaşlanmıştı? Anımsayamadı, birlikte bolca kahkahalar atmışlardı evvel zaman içindeyken…
Şans mıdır bilinmez deniz çok sakindi o gece. İçinde oturdukları küçük kayık sanki ilahi bir güç tarafından nazikçe sallanıyor gibiydi. Adam bir süredir kürek çekmeyi bırakmıştı, öylece oturuyordu. Yorulmuş olmalı diye düşündü kadın, dillendirmeden sessizce yankılandı düşüncesi içinde. Vakit biraz daha geçince, bulutların ardında saklanan ay yüzünü göstermeye başladı. Adamın keskin hatları sanki bir mermer ustasının ona bahşettiği lütuf gibi ayın ışığında parlıyordu. Boynuna dolanan bir yılan gördüğüne yemin edebilirdi. Sanki nefesini kesiyordu adamın, belki de o yüzden bu kadar çok yutkunuyor diye düşündü. Tabi ya kesin öyle olmalıydı yoksa ona asla kötü sözler söylemezdi değil mi? Bir adam sevdiği kadına asla hakaret etmezdi değil mi? Kesinlikle boğazına bir yılan oturmuş olmalıydı, zehrini yayıp başını döndürmüştü. Bu yüzden onu sessizce affetmişti, hep yaptığı gibi…
Yeniden yol almaya başladılar. Ay bir göründü bir kayboldu. Kendini Alice, Ay’ı da beyaz tavşan gibi düşündü. Ne acelesi vardı biraz daha kalsaydı. Bu çatal dilli adamın yüzüne biraz daha ışık vursaydı keşke. Gülümsedi, ama içinden. Sanki katran karası düşünceler üzerine ışık düşünce aydınlanacakmış gibi…
Kayık iskeleye sakince yanaştı. Etraf yine zifiri. Zaten pek kalabalık bir yer değildi. Mevsim sonbahar olduğu için bir düzine insan varla yok arasında gidip geliyordu. Elbisesini topladı kadın ıslanmaması için. İskeleye çıktığında biraz duraksadı çünkü birkaç adımla sanki yıkılacakmış gibiydi etrafı. Yavaşça yürüdü. Adam hemen arkasındaydı biliyordu. Hep olduğu gibi önce kayığı bağladı, biraz doğruldu saçlarını geriye attı, tekrar eğilip malzemeleri kucakladı ve kadının arkasından yürümeye başladı. Kesinlikle ve kesinlikle kalçalarına bakıyordu. Hala ne kadar diri diye düşünüp erekte olmamak için direniyordu kesin…
Yıllar bu evi de yıpratmış diye düşündü kadın topladığı elbisesini özgürlüğüne kavuştururken. Çantasının en derinlerine emanet ettiği anahtarını bulup kavuşmak için özlemini çektiği deliğe yanaştırdı. O uyumun çıkardığı tozlu sesin ardından kapı gıcırdayarak açıldı. Biraz nem ve rutubet kokusu genzini yaktı, yutkundu ama geçmedi. Zaten bazı şeylerin genzine oturmak gibi bir hevesi olurdu hep. Bir türlü geçmek bilmezlerdi… Adam yanından geçip içeriye yöneldi, elleri doluydu ne de olsa. Aldırmadı, derin bir nefes alıp içeriye girdi kadın da. Ürpermiş olabilir miydi? Belki evet belki de hayır. Zaten her şey çok uzun zaman önce yaşanıp bitmişti. Bu sadece silinmiş bir görüntünün yansımasaydı…
Etrafı biraz elden geçirip arka bahçeye güzel bir masa hazırladılar. Neyin nerede olduğunu sormak dışında pek bir münasebette bulunmadılar.
Vakit gece yarısına gelmişti. Ayın pürüzsüzlüğü yeterdi belki ama sofrayı da görebilmek için bir kaç suni ışık kullandılar.
Kadehini bilmem kaçıncı kez tazelettirdi adama. Parmak uçlarının uyuştuğunu hissedebiliyordu. Ela gözlerini yavaşça kapadı kadın. Başını geriye doğru atıp, sol elinin avuç içini boynunda gezdirdi. Oldukça kasıtlı bir şekilde yapmıştı bunu. Her zaman bilirdi çünkü onun hoşuna gittiğini. Elini boynundan çekip köprücük kemiklerinde gezdirdi. Uyuşmuş olan parmak uçlarıyla dokunuyordu kendi tenine. Üzerindeki koyu mavi elbisenin derin bir göğüs dekoltesi vardı. İşaret parmağını o dekoltenin başlangıcına doğru getirip aşağı doğru yavaşça indirdi. Bir savaşın başlangıcını yapan o ilk nara gibi derin bir nefes aldı kadın. Sandalyesini biraz geriye doğru itti, iyice yerleşti. Ellerini yavaşça göğüs kafesinin altına doğru indirirken adam yerinden kalktı. Sol elinde tuttuğu kadehin içindekini olduğu gibi kadının suratına fırlattı. Az önceki şehvet dolu görüntüyü silmişti. Geçmişe ait bir andı artık. Sert adımlarla içeriye doğru gitti. Kadın şaşırmamıştı elbette. Onu tanıyordu. Her şey tam da planladığı gibi gidiyordu. O da kalktı oturduğu yerden, ardına düştü adamın. Koltuğun üzerindeki çantasından bir kutu çıkartıp içindeki tüm şekeri avuç avuç yuttu ve ilerledi. Yavaşça merdivenleri çıktı, basamaklar gıcırdıyordu. Odaya girdiğinde keten çarşaflara gözü takıldı, sararmış olduklarını fark etti. Önceden nasıl da bembeyazdılar, yatmaya kıyamazdı üstüne… Sanki saçları ağardıkça çarşaflar da sararmaya başlamış…
Adam yatağın hemen kenarındaki sallanan koltuğunun üzerinde oturuyordu. Dumanını üflediği sigara ile konuşuyor gibiydi, kadının gelişine aldırmadı. Koltuktan çıkan gıcırdama sesi vardı bir tek odanın içerisinde. Bunun ne hoş bir ritim olduğunu düşünüp yatağın kenarına oturdu kadın. Ellerini iç içe koyup önünde birleştirdi. Saçlarından bir kaç damla su düştü avucunun içine. Birkaç nefes… Ağladı ama içinden, yine. Tek hamlede elbisesini çıkarıp yatağın içine girdi. Gün ağarmaya başlamıştı, birkaç kuş sesi duydu. Gözleri ağırlaşmaya başladı, karşı koyamadı yavaşça yumdu ela gözlerini. Uyku gibi tanıdık değildi bu his, içi gıdıklandı. Galiba yuttuğu şekerler etkisini göstermeye başlamıştı. Son bir kez gözlerini açıp adamın suratına bakmak istedi, sadece son bir kez. Yapamadı. Sadece koltuğun gıcırdama sesini duyuyordu.
Yutkundu.
Teşekkür etti her şeye, en çok da şekerlere… Ama sessizce.