Babam rahmetli 1312 tevellütlüydü. Rüştiyede okumuş, Osmanlı kültürü ile büyümüş muhterem bir zattı. Birinci Dünya Savaşı esnasında, “Küçük Zabit” olarak askerliğini yaparken bir ayağını kaybetmişti. Bu yüzden daha sonraki yaşamını bir “Harp Malulü” olarak sürdürmek zorunda kalmıştı.
Sol ayağını bileğinin biraz üstünden kaybetmişti. Bu yüzden yörede “Topal Cemal” adıyla tanınırdı. O zamanlar şimdiki gibi modern protezler olmadığından, günümüzdekilere göre çok ilkel sayılabilecek kaba bir protez taşırdı. Dizden hareketli olan bu protez, biri dize kadar olan, diğeri de dizden kalçaya kadar olan iki parçadan oluşurdu. Ağırlığı 10 kg’a yakın olan bu protez, 10 cm genişliğinde, önden arkaya bir atkı ile sol omuzuna asılıyordu. Babam her gün taşımak zorunda olduğu bu ağır donanıma ilaveten, ayrıca rahat yürüyebilmek için bir bastonun yardımına ihtiyaç duyardı. Özellikle basamaklı bir yere çıkmak babam için adeta ızdırap olurdu. Bu tarif ettiğim ilkel protez, babamın yürümesi ve hareket etmesi esnasında tabiatıyla bir takım sesler çıkartırdı.
Doğup büyüdüğüm ve bütün geçmişlerimin, anamın, babamın, atalarımın gömülü olduğu Kırkağaç çok şirin bir Ege kasabasıdır. Ben memleketimi çok severim. İçimdeki Kırkağaç sevdası şüphesiz ben ölene kadar devam edecektir. Ne var ki bizim memleket çok tutucudur. Hele o yıllarda.
Evet o yıllarda babam yaşında birinin, onların ölçülerine göre “beynamaz” olması alışılmış, kabul edilebilir bir şey değildi. Ne var ki Kırkağaç’ın babamı anlaması mümkün değildi. Oysa ki rahmetli babam Kuranı Kerim’i tecvidle tilavet eden, tasavvufu bilen, İslam kültürüne, Arapça’ya, Farsça’ya hakim bir zattı. Ayrıca sülüs, kufi yazı… gibi tekniklerle hat yazabilen biri idi. “Beynamaz” olmasının, daha doğrusu beş vakit namaz kılmak için muntazaman camiye gitmeyişinin ona göre çok makul ve kabul edilebilir gerekçeleri vardı. Bir kere, hareket yeteneği çok sınırlı olduğu için cemaatin ahengini bozmaktan çekinirdi. Bu koskocaman protezle diz çökmesi mümkün olmadığı için o namazda kendine özgü bir şekilde otururdu. Oturduğunda protezli sol ayağını altına alabilme imkanı olmadığı için, ancak o sakat olan ayağını sola doğru ve belli bir açı ile açabilirdi. Bu nedenle namaza durulduğunda babamın sol tarafında bir kişilik yerin boş bırakılması gerekiyordu. Yoksa ne o namazını kılabilir ve ne de yanındaki namazda rahat hareket edebilirdi. Bu yüzden babam namaza gittiği nadir günlerde özellikle sol tarafta ve duvara en yakın yerde saf tutmaya özen gösterirdi yani sol tarafında kimse bulunmamasını tercih ederdi. Ama bu her zaman mümkün olmazdı.
Ben bütün bunları iyi bildiğim için bayram namazlarında, cuma namazlarında hep babamın sol tarafında saf tutar ve ona hareket alanı bırakmak için arada biraz boşluk bırakırdım. Babamın bir diğer endişesi de o ilkel protezin çıkarttığı tuhaf seslerin cemaat tarafından bir başka şekilde yorumlanma olasılığı idi. Gerçekten de babam hareket ettikçe protezden çıkan sesler, sanki yellenme sesi gibiydi.
Bütün buraya kadar anlattıklarım, rahmetli babamın niçin beş vakit camiye gitmediğini açıklamak içindi. Şimdi gelelim asıl hikayemize.
Günlerden bir gün rahmetli babam, nadiren gittiği cuma namazlarından birinde yine imamın arkasında saf tutar. Namaz devam etmektedir. Bir defasında rükuya eğildiklerinde cebindeki saati, tutturulduğu yerden zinciriyle birlikte kurtulup, caminin ahşap zeminine “küt” diye bir ses çıkartarak düşer. Babam bunu fark eder etmesine de, namazı bozup, saati yeleğinin cebine yerleştirecek hali yoktur ebette. Öncelikle namazını tamamlar. Kalktığında ise saatin yerinde yerler esmektedir.
Kırkağaç küçük yer. Herkes birbirini tanır. Zaten camide babamın önündeki arkasındaki saflarda namaza duranlar da belli. Ama babam saatin kayboluşunu görmezden gelmiş.
O zamanlar kasabada tek bir saat tamircisi vardı. Karaosmanoğlu Camii’nin hemen duvarına bitişik, küçük bir kulübede mesleğini sürdüren bu orta yaşlı, kara sakallı zat, ilçede “Saatçi Hoca” diye tanınırdı.
İşte babam bu Saatçi Hoca’ya gider ve olayı anlatır. Sonunda der ki:
– Hoca efendi saatimin şimdiki sahibi olan bu din kardeşimi iyi tanırım, beş vakit namazında, çok muhterem bir kardeşimizdir. Ne var ki benim saat günde beş dakika ileri gider. Benim yüzümden bu Müslüman kardeşimin namaz saatlerinin şaşmasını ve günaha girmesini istemiyorum. Ben masrafını üstleniyorum, ne olursun şu saati bir güzel tamir ediver.
* Gerçek bir kara mizah olan bu öykü babamın yaşamından aktarılmıştır. Ruhu şad olsun.