Yarama tuz, denizin tuzunu basardım
Göğün mavisine de boyanırdım
Ben siyahım
Yasım bitene kadar
Gözyaşlarım kalbimde tutmuş
Güneşten kaçarım,
Eriyip gitmeyim diye
Kuytu köşelere sakladım.
Yarama tuz, denizin tuzunu basardım
Göğün mavisine de boyanırdım
Ben siyahım
Yasım bitene kadar
Gözyaşlarım kalbimde tutmuş
Güneşten kaçarım,
Eriyip gitmeyim diye
Kuytu köşelere sakladım.
Sevdiğin cümleler dökülüyor içime. Hani oturmuştuk denizin kıyısında ama ruhumun ve ruhunun tam ortasında. Aklımız nasıl da dökülmüştü, kumlar gibi ufacık kalmıştık. Tüm evrenin ışığı içimize akmıştı… Hep bunu düşündüm. Fenerleri düşündüm sonra. O güzel fenerleri. Tek tek yakmıştık. Sanırım hiç yaşlanmayacağım.
Bir keresinde ‘yaşlanıp eskimekten korkuyorum’ demiştim sana, hatırladın mı? Artık yavaş yavaş yok oluyor bu düşünce içimde. Çürüyen bir karahindiba gibi değil, ellerini birbirine sürttüğünde başkalaşan soğuk gibi… Belki bir gün hiç ummadığım bir anda yaşlanabilirim. Bilemiyorum. Ama henüz değil. En azından bu yüz yılda değil.
O sabah yine Zübeyde Hanım’ın getirdiği çayımı yudumlarken günlük gazetelere şöyle bir göz atıyordum. Yan tarafta ise yazı işlerinden Canan ile saymanlık memuru Suna hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Önceleri hiç ilgilenmedim. Ama o kadar ateşli bir şekilde ve yüksek sesle konuşuyorlardı ki ilgilenmemek imkansızdı. Suna çok dertliydi. Bunca yıldır saçını süpürge ettiği hayırsız kocası, bugüne kadar yaptıkları yetmiyormuş gibi, şimdi de kumasını eve getirmek istiyormuş. Yana yakıla “Haydi içkisine, kumarına alıştım, hep öbür kadın yokmuş gibi davranıyorum” diyordu. Sonra da ağlamaklı “Ama bir de kumayı eve almak… Hayır işte buna razı olamam.” Ama bunca yıldan sonra, üç çocukla kendisini bile zor geçindiren babasının yanına dönmesi de imkansızdı. Bu çaresizlik de haliyle ruh sağlığını bozuyordu ve bizim zavallı Suna büyük bir bunalım içindeydi.