Balkonumda seyredalmış bir yandan yazıyor bir yandan düşünüyorum. Dinlediğim şarkılar iç sesimin dışa vurumu mu, yoksa bir ademoğlunun gecenin bi’yarısı etrafa serzenişte bulunuşu mu? Ayrımsamak güç… Sesin geldiği evi bulup kapıyı tıklatmam an meselesi… “Merhaba, hayat ne tuhaf değil mi, vapurlar filan?”
Losthighway II kıvamındayım, evet hala senaryolaştırılmadım, kulağımda saksafon sesleri, bilinmeze doğru gidiyorum. İçimdeki karşıkonulmaz gitme isteğiyle başa çıkıyorum, iki ileri bir geri… Hey genç adam, içimdekileri emanete bırakabileceğim bir yer var mı?
Diğer günlerden hiçbir farkı yoktu. İşten çıktım, servise bindim. Walkman’i taktım kulağıma ve sıcak servisimde eve doğru ilerlemeye başladım. İlk iki arkadaşı bıraktıktan sonra, bir göbekte, ışıklarda durduk. Yeşil bakımlı çimlerin arasında gri sakal ve saçları birbirine karışmış, kötü giyimli, 40 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir amca dizleri üzerinde oturuyordu. Önünde titizlikle dizdiği belli olan boş bir sigara kutusu, boş bir su şişesi ve bir bisküvi çöpü duruyordu.