Anaokulundaydım. Çıkış zili çaldı. Bizleri almaya gelecek olan ailelerimizi görmek hevesiyle, kendimizi kaybedercesine çıkış kapısına koşturuyorduk. Aileler ise minik yavrularını kucaklayacak olmanın sevinciyle, bir sürü kırmızı formalının arasından kendi çocuklarını seçebilme çabasındaydılar.
Herkes kucakladı yavrusunu öpücüklerle. Ben de kalabalığın içerisinde kendi ailemden birilerine bakındım meraklı gözlerle. Annem, babam ya da dedem gelmiş olmalıydı. Çocuğunu alan gitti sırasıyla. Geride sadece ben ve çocukluğuma özgü mahzunluğum kalmıştı. Unutulmuştum çünkü. Dedem de beni unutmuştu. Biricik torunuydum ben onun oysa..
Çalışan anne ve babanın çocuğu olmanın zorluğunu ilk defa orada hissettim. Ve ilk yalnız hissedişimdi. Sonrasında bu his hiç gitmedi. Ekseriyetle yalnız hissederim kendimi. Bunu anlamak için psikoloğa gitmeye de gerek yok. Kendim de inebilirim işte çocukluğuma.
Zamanla anladım ki bu his, ailen ve etrafındaki onca insanla giderilebilecek bir his değil. Bu, insanın içerisinde bir yerlerde var olan kalıcı bir his.
Bundan hiçbir zaman rahatsızlık duymadım. O benim bir parçam çünkü. Kontrolü tamamen bende. Dilediğim zaman açığa çıkarır melankolik takılırım ki bu beni olgunlaştırır, dilediğim zaman ise içime hapsederim. Korkmuyorum ondan. Seviyorum hatta. Çünkü daha derin düşünüyorum. Çünkü daha bir önemsiyorum hayatı. Ciddiye almadan yaşa gibi palavralara daha az inanıyorum. Ciddiye alarak titizlikle yaşanması gerektiğini düşünüyorum. Bir kere geliyorsak eğer hayata, onu ciddiye almamak mümkün mü? Düşünerek, planlayarak, eğlenmesini bilerek ve insan ilişkilerine önem vererek yaşamalı dikkatle. İşte yalnızlık hissi bana bu bahsettiklerimin ne kadar kıymetli olduklarını hatırlatıyor.
İçinizde bir parça yalnızlığınız olsun lütfen. Yalnızlığınız olsun ama yalnız olmayın..