Her yetişkinin hayatında iki büyük aşk öyküsü vardır. Birincisi karşı cinsin sevgisine ulaşmanın öyküsü; ikincisi de dünyanın takdirine, saygısına ulaşmanın, bir statü edinmenin öyküsü…
Hepimiz dünya üzerinde kendimize bir yer edinmek isteriz. Kendimize açacağımız bu yerle ilgili endişeler vardır kafamızda. Kim olursak olalım, hangi sosyal sınıfa ait olursak olalım, yeterince iyi bir statüye sahip olduğumuzdan tam olarak emin olamadığımız zamanlar olur.
Sanıldığının aksine çok zengin olanlarda, çok ünlü olanlarda ya da çok yüksek mevkilere gelmiş olanlarda bile vardır bu endişe. Onların da fethetmek istedikleri insanlar vardır. Onlar da kendilerine seçtikleri hayat gözlemcilerinden sürekli daha yüksek puanlar almak için çaba gösterirler. Seçtikleri bu gözlemciler bazen onların rol modelleri bazen yakın arkadaşları bazen eşleri ya da anne babalarıdır.
Hayatta kendimize ne kadar iyi bir yer açmış olursak olalım, yine de onaylanmak isteriz; çünkü kendi değerimizi kendi gözlerimizle değil, başkalarının gözleriyle görme eğilimimiz vardır. Değerimizi ölçerken başkalarının aynalarından yansıyan görüntümüze bakarız. Özellikle bazı insanlar için takdir görmek, ekmek kadar su kadar hayati bir ihtiyaçtır.
Çoğu insan için, statü güç verirken eksikliği de bir hiçlik duygusu yaratıyor. Statü eksikliği bir varlık sorunu, statü kaybı da yok olmak anlamına geliyor. İnsanlar arası en büyük kıskançlıklar da buradan çıkıyor işte… Hiç kimse Kraliçe Elizabeth’i kıskanmaz; ama okul arkadaşının daha iyi bir konuma gelmesi acı verir. Statü edinme çabası kendinden çok yukarıda olanlarla değil, kendine benzeyenlerle yaşanılan bir rekabettir. Bu duyguyla kavrulanlar, sürekli birileriyle yarışanlar kendilerine eş değer gördükleriyle yarışır. Meseleleri kendileriyle aynı sosyal çevreye ait olanlarladır. Yoksa Kraliçe Elizabeth’le kimin ne alıp veremediği olabilir ki?
Statü arayışı insanlık tarihi kadar eskidir herhalde… Günümüz değerlerine kendini kaptıran, kimliksiz, özelliksiz insanların zannettiklerinin aksine, statü sahibi olmak için tek bir yol para değil. Zenginliğin statü sağlaması gibi sanatta, bilimde ya da siyasette yüksek bir mevkiye ulaşmak da statü sağlar. Statü, toplumda ayrıcalıklara ulaşmak demektir.
Tarihte statü sadece maddi değerlerle ölçülmüyordu; ama günümüzde statü daha çok maddi başarılara endekslendi. Bugün statü, herkesin imrendiği ama çok az insanın sahip olduğu ayrıcalıklar, büyük evler, pahalı arabalar ve eşyalarla ölçülüyor.
Bu yüzden göze göz, dişe diş bir rekabet hayatın her alanını kaplıyor. Para statüyü de satın alıyor ve böyle elde edilmiş statüsü olanların sözleri daha fazla dinleniyor, çevreleri onların yaptıklarını daha çok onaylıyor, komik olmayan esprileri bile komik bulunuyor. Hataları ve bariz cahillikleri bile hoş görülüyor. Yüksek statü, sahibine güç ve özgürlük veriyor.
Ay çiçeklerinin güneşe dönmesi gibi insanlar yüzlerini güçlü olana doğru çeviriyorlar. Statü sahibi olanlar da bu ilgi nedeniyle kendilerini önemli ve değerli hissediyorlar. Gerçeğin böyle olmadığını içten içe bilseler bile…
Bu durum hiç kuşkusuz insan doğasının bir zayıflığı. Bütün dinler, bütün kişisel gelişim kitapları insanın bu zafiyetinden kurtulması gerektiğini söylese de insanlar kendi doğasını terbiye edip olgunlaşmak yerine bu zayıflığının şehvetiyle yaşamayı tercih ediyor.
Ruhlarının bu zayıflığı imkan bulduğu zaman zapt edilmez olabiliyor. Satın alınmış, sahte bir statü sahibi olmak insanı daha kaprisli ve şımarık yapıyor. Gitgide daha abartılı bir hal alıyor.
Statü markalarının hayatlarındaki önemi de, içlerini kemiren güvensizlik duygusunda gizli… Statü arayışı sadece zenginlere özgü bir arzu da değil artık. Sınırlı geliri olan insanlar da temel ihtiyaçlarından bile fedakârlık edip kendilerine statü sağlayacak markalara sahip olmak istiyorlar. Bu eşyalar daha kaliteli, çabuk eskimeyecek, yıpranmayacak özelliklere sahip oldukları için değil… Cep telefonları, çantalar, giysiler bu amaca hizmet ediyor. Bu arzuya hitap eden markalar insanların kimlik yaratma projelerinin ayrılmaz bir parçası oluyor. İnsanlar bu markaları tüketerek kendi kimliklerini üretiyorlar.
Her toplumun kendine özgü kültürü, statüyü nasıl algıladığını belirliyor. Bizim toplumumuza göre, bir insanın nüfuz sahibi olması, ayrıcalıklı bir konumda bulunması hiç de yadırgatıcı bir unsur değil. Bu nedenle Türkiye’de insanlar statü elde etmek için diğer toplumlara göre daha fazla çaba gösteriyorlar. Cep telefonlarının veya teknolojik ürünlerin Türkiye’de çok hızlı bir yer edinmesinin nedeni burada gizli herhalde. İnsanlar kendi gelirlerinin daha üzerindeki markalara sahip olmak için bütçelerini zorluyorlar.
Prestij markalarının yalın bir kurgusu var. Bir markanın statü simgesi olması için o markanın herkes tarafından tanınması; ama çok az sayıda insan tarafından ulaşılabilir olması gerekir. Büyük bir markanın sahtesinin geniş kitleler tarafından kullanılması, o markanın tanınmasına büyük katkı sağlar; ama markayı herkesin kullanması o markayı statü simgesi olmaktan uzaklaştırır. Büyük lüks markalarının taklit edilmekten bir taraftan memnuniyet duyması diğer taraftan da sahtecilikle savaşması bu nedenledir.
Herkesin ulaşamayacağına ulaşmak statü sağlıyor; ama statü sahibi olmak kalıcı bir durum değil. Statü sahibi olmanın içeriği zaman içinde hep değişir. Dünün statü simgeleri bugün bir anlam ifade etmeyebilir.
Endüstri devrimi büyük kitlelerin neredeyse her ürüne sahip olmasını mümkün kıldıkça prestij arayanlar daha ender bulunan “şeylerin” peşine düşüyorlar. Ayrıcalıklı azınlığın statü arayışı daha da ender bulunan ürünlere doğru kayıyor. Artık bu azınlık sınırlı sayıda ya da sadece bir tane üretilmiş olan ürünleri talep ediyor.
Diğer taraftan lüks olana daha çok insanın ulaşması sonucu, statü artık ürünlerden deneyimlere doğru kayıyor. Bugün bazı markalar, sadece ayrıcalıklı bir grubun satın alabileceği deneyimler sunuyor. Kalıcı olmasa bile yoğun ve prestijli bir deneyim yaşamak pekala bir statü sembolü olabiliyor. Yeter ki bu deneyimlerin herkesin imreneceği bir öyküsü olsun ve bu deneyimi çok az sayıdaki özel bir grup yaşasın.
Statü, sadece sahip olmakla ilgili bir kavram da değil. Sadece almak değil vermek de statü getirebilir. Kamuoyunun ilgisini çeken senfonik orkestralara, modern sanata, müzelere ya da elit sınıfın önemsediği toplumsal hareketlere hesapsızca para yatıran birçok hayırsever var. Bu insanlar bu yatırımları yaparak herkesin imreneceği bir hikâye anlatabilme ayrıcalığına ulaşıyorlar, statülerini yükseltiyorlar.
Statü arzusu, sosyal basamaklarda bir üst sıraya çıkma arzusu… Ne kadar soylu bir edayla yapılırsa yapılsın bu arzunun içinde karanlık bir taraf da vardır aynı zamanda. En iyi kalpli olanlarımız bile içindeki şeytana yenilir bazen.
Bence statü arayışına cevap veren markalar hayatımızdan hiç çıkmayacak; ama diğer taraftan da yaşadığımız çağda bunun tersine gelişen akımlar yükseliyor. Son yıllarda insanın egosunu terbiye etmesi, kişisel gelişim, doğallık, sadelik ve sahicilik yükselişteki yeni değerler oldu.
Bu değişiminin, zamanla maddi statü simgelerini dengeleyeceğini düşünüyorum. Nasıl artık çok enerji tüketen ultra lüks arabalar yerine daha çevre dostu araçlar kullanmak daha havalı olmaya başladıysa daha fazla tüketmek yerine daha az tüketmek ve sadeleşmek de zaman içinde daha fazla tercih edilecek bir yol olabilir.
Statü arayışı insanın içinde var olan aşağılık kompleksinin dışa yansımasıdır. İnsani zayıflıkları fazla olanlar daha fazla gösteriş ve statü sembollerine bel bağlarlar. Ne yazık ki insan doğasının, soylu tarafları kadar böyle sefil yönleri de var…