Gece bitmek üzere… Deyim yerindeyse; artık siyah iplik ile beyaz iplik birbirinden ayrılmaya başlamış. Güneş, şehrin doğusundan doğdu doğacak. Çevrede inanılmaz bir sessizlik…
Her sabah olduğu gibi aynı saatte uyanmıştı. Şu sıralar, erken kalkma gibi bir zorunluluğu da yoktu. Ama o, sabahın bu saatlerini seviyordu. Balkon kapısına doğru yöneldi. Kapıyı açınca, hafif bir esinti saçlarını dağıttı. Hemen eliyle saçlarını sola doğru topladı.
Balkona çıktığı an, yeniden nefes aldığını hissetti. Her bir nefes alışının farkına vararak, soludu havayı. Dün, onun için ne kadar da yorucu bir gün olmuştu. Önce, işinden kovulmak üzere olduğunu öğrenmişti. Sonra ise erkek arkadaşı ile sebepsiz bir tartışmanın içinde bulmuştu kendini. İpler artık kopma noktasına kadar gelmişti. Biraz vicdansızca olduğunu düşünse de şu an için; işine daha çok üzüldüğünü fark etti. Çünkü bu erkek arkadaşıyla ilk kavgaları değildi. Son zamanlarda sebepsiz yere, bir çok konuda tartışmışlardı. Bu noktaya nasıl geldiklerini ise hiç anlamamıştı. Sadece gün be gün tükenmişlerdi. Azar azar, yavaş yavaş…
Dünkü kavgadan sonra da sevgilisi hiç aramamıştı. Kız iyice kendi düşüncelerine yoğunlaştı. Acaba bitiş konuşmasını, cesaret edip de ilk kim yapacaktı? Belki de hiç konuşmadan böyle sessiz sedasız ayrılırlardı. Daha fazla birbirinden soğumadan, kin duymadan… Oysa ki her şey başlangıçta ne kadar da güzeldi. Tatlı tesadüfler, birbirine iltifat etmeler, hoş sürprizler… Şimdi ise, tüm bu güzelliklerden uzakta; bıkkınlık ve tahammülsüzlüğün sınırlarında birbirini zorlamaktaydılar. Artık sona gelmişlerdi ve zorlamanın da hiçbir manası yoktu.
Kız başını kaldırıp, şehrin uyanışını seyretmeye başladı. Kafasındaki düşüncelerden sıyrılmak ister gibi silkelendi. Şimdi bitmek üzere olan aşkından çok, işini düşünmeliydi. Şirketin daralma politikası yüzünden, pek çok kişi gibi o da “işten çıkarılacaklar listesi”ne girmişti. Çıkışı ne zaman yapılır bilmiyordu ama işini çok seviyordu. Bu süre zarfında da nasıl bir yol izleyeceğini belirlemesi gerekiyordu. Ah bir de bunu nasıl yapacağını bilse; ne kadar güzel olurdu!
Şehri seyrederken, ansızın bir yansıma gözünü aldı. Bu, apartman camındaki doğan güneşin yansımasıydı. Cam alev alev yanıyordu sanki. Sonra, şehre bir daha baktı. Bir çok cam, alev almış gibiydi. Bir anda yenilendiğini hissetti. Bir şey ona güç vermişti. Kızıllık gözünü alıyor; sıcaklığını ise yüzüne vuruyordu. Artık, ne yapması gerektiğini anlamıştı. Kendi kendine mırıldanmaya başladı: “Onu hayat yolunda özgür bırakıyorum. Yolunun açık olmasını diliyorum. İşimin bitişi ise; bana daha güzel kapılar açacak biliyorum. Çünkü her gün bir mucize ve her gün başlı başına bir hayat.” Gözlerini yumdu ve derin bir nefes aldı. Sonra ise; Nietzsche‘nin, şu satırları döküldü dudaklarından:
“Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum, okudum, anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedim ki ‘söz ver kendine’
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.”