2000 yılını ne kadar büyük bir coşkuyla karşılamıştık; hatırlar mısınız? Birçok ülke bin yılın geride kalışı şerefine büyük organizasyonlar düzenlemişti. Bu arada felaket senaryoları da kulaktan kulağa yayılıyordu. Bankadaki bilgisayar sistemlerinin çökeceği, dünyanın sonunun geleceği gibi asılsız iddialar, o günlerde ortalıkta sıkça dolaşır olmuştu. Neyse ki korkulan olmadı. Ne bankalardaki sistem çöktü ne de dünyanın sonu geldi. Sadece tüm insanlık için geçen bin yıla hiç de benzemeyen bir değişim dönemi başladı.
Öyle ki 2000’li yıllara adım atmamızla beraber inanılmaz bir teknolojik büyümenin içine düştük. Cep telefonları, internet, bilgisayar, büyük ve küçük ev aletleri, arabalar ve daha niceleri… Her şey, her gün biraz daha değişti. Toplumlara hep daha iyisi, daha güzeli sunuldu. “İnsanoğlu rahat etsin.”, “İnsanoğlu daha iyisini alsın.”, “Aaa elindeki demode oldu. Sen gel, şimdi daha da iyisini satın al.” derken, insanlar bencilliğin kol gezdiği bir ortama adapte edildi. Nasıl mı?
Herkes daha iyi bir televizyon almak, daha iyi bir cep telefonu kullanmak veya daha güzel bir arabaya binmek için deli gibi çalışmaya başladı. Büyük Amerikan rüyasının temeli de buydu. “Çalışın, siz de sahip olursunuz. Daha çok çalışın, daha çok şeye sahip olun.” ilkesi insanların beynine kazınıyordu. İnsanlar çalıştıkça mesai saatleri uzadı. Mesai saatleri uzadıkça çalışma tempoları arttı. Sonuç mu? Daha yorgun, daha asosyal bireyler olup çıkıverdik. Evden işe, işten eve giden birer robota döndük. En acısı da kendimizden, ailelerimizden ve sevdiklerimizden zaman çalmaya başladık. Ne arkadaşlarımızla eski sohbetlerimiz kaldı ne de aylakça geçirebileceğimiz tatil günlerimiz. Yorgun argın biten günün sonunda konuşmayı bırakın; artık kimsenin birbirini görmeye bile tahammülü kalmadı.
Biliyorum, şu an da kulağa çok da hoş gelmeyen kötü bir tablo çizdim. Fakat bunun nedeni; size tablonun çerçevesini oluşturarak, içindeki büyük resmi fark ettirebilmek. Şimdi bir an durun ve düşünün. Kafanızın üstünde, doğdunuz andan beri geri sayımda olan bir saat duruyor. Her geçen saniye oradan bir bir eksiliyor. Vakit geldiğinde o saat sıfırlanacak. Peki, bu dünyadan elinize ne kalacak? Bir ev, iyi bir araba veya bir iphone… Hangisi?
Hayatınız film şeridi gibi gözünüzün önünden geçerken, eminim ki yüzünüzde gülümseme bırakan anlarda bunlar olmayacaktır. İlk aşkınız, diploma atışınız, evliliğiniz, çocuğunuzu kucağınıza aldığınız ilk an, hoş bir dost sohbeti veya gönlünüze dokunabilmiş anılar gözlerinizin önünde seremoni yapacaktır. Maddi varlıklarınızdan ziyade, manevi kazançlarınız size eşlik edecektir.
O halde ömrünüzü boşa harcamayın. Her gününüzü hiç ölmeyecekmiş gibi cesur ama son gününüzmüş gibi dolu dolu yaşayın. Finalde büyük gösterimi yapılacak olan filminizi, sevgi ile ilmek ilmek dokuyun. Her karesini unutulmayacak güzelliklerle donatın. Disraelli’nin de dediği gibi, “Sadece elli-altmış yıl yaşamak için bu dünyaya geliyor ve yeri doldurulmaz saatleri, bir yıl içinde kendimizin ve herkesin unutacağı şeyleri kara kara düşünerek geçiriyoruz. Hayır! Yaşamımızı dişe dokunur işlere ve duygulara, büyük düşüncelere, gerçek aşklara ve kalıcı şeylere adayalım. Çünkü hayat küçük olmayacak kadar kısa ve yarınların sayısı sanıldığı kadar çok değil.”