Kapı açıldı ve içeriye otuz yaşlarında, genç bir hanım girdi. Görünümünde bir taşralı havası vardı. Elimle muayene koltuğunu işaret ederek “Buyurun oturun” dedim. Sonra devam ettim:
– Burnunuz tıkalı.
Genç hasta yüzüme hayretle baktı. Ben yine devam ettim:
– Ayrıca ağzı açık uyuyorsunuz, üstelik horluyorsunuz.
Kadının yüzündeki hayret ifadesi daha da artmıştı.
– Boğazınızda bir takılma hissi ve gıcıklanma şikayetiniz de var.
Genç kadın beni başıyla onayladı. Oyun hoşuma gitmiş olmalı, devam ettim:
– Sabahları kalkınca boğazınızda kuruluk oluyor ve bir bardak su içince rahatlıyorsunuz, hatta bazen bu kuruluk sizi yataktan kaldırıyor.
O ana kadar tek kelime etmeyen kadın yüzüme “Bütün bunları nasıl bilebilirsiniz ki” dercesine büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu.
Bu bir oyun değildi elbet. Yıllarını bu işe vermiş bir kulak burun boğaz doktoru için, yaşanan bu durum çok sıradan bir şeydi. Zira hasta kapıdan girdiğinde, daha muayene koltuğuna oturmadan “I ıh” diye boğazını kazımıştı. Belli ki boğazında bir tahriş vardı ve o yüzden boğazını kazıma ihtiyacı duyuyordu. Bu tür tahrişler büyük bir sıklıkla, hastanın burundan nefes alamadığı durumlarda ortaya çıkar. Çünkü burundan yeterince hava alamayan hasta, uyurken ağzını açmak zorunda kalır. İşte normalde burundan girip de boğaza ulaşan hava tozundan süzülüp, bir taraftan ısınıp, bir taraftan da nemlenirken, ağızdan giren hava bütün bu işlemlere uğramadan, doğrudan boğaza ulaşır. Bu şekilde yutağa ulaşan hava, orada bir tahriş yapar ki bu da kişinin boğazının kazımasına yol açar. Hasta da boğazını kazımak zorunda kalır.
Sözün kısası hastanın o ı ıh diye boğazını kazıması, basit bir ipucuydu. Benim için çok sıradan olan bu durum, daha doğrusu o henüz ağzını açıp, tek kelime bile konuşmamışken, benim hastamın bütün şikayetlerini bir bir sıralamış olmam, bayağı aklını karıştırmıştı. Yüzüme adeta ona gaipten sırlar veren bir müneccime bakar gibi büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu. Benimse muzırlığım tutmuştu:
– At bir beşlik, sevdiğinin adını da söyleyeyim!
Bu bir şakaydı tabii. Hani baharda, yazın kır bahçelerine falan gittiğimizde bir çingene kadın beliriverir ya… O kendine özgü şivesiyle “Hanıımm bir falına bakayım”. Sakın ola boş bulunup da bu teklifi kabul etmeye kalkmayın. Eğer ederseniz, önce koynundan kirli bir mendile sarılmış, bir avuç “mesleki araç gereci” çıkarır. Bu bir avuç malzeme zeytin iriliğinde 3-4 taş, bir iki bakla ve mavi boncuktan ibarettir. Bunları masaya şöyle bir serper, sonra bir süre bu taşların ve baklanın yayılımına bakıp, kaşlarını kaldırarak bilgiç bilgiç anlatmaya başlar. Eğer ilk söyledikleri tutar da sizin bundan etkilendiğinizi fark ederse, artık arkası gelir: “At bir beşlik, şunu da söyliyeyim… At bir beşlik bunu da söyliyeyim… At bir beşlik sevdiğinin adını da söyleyeyim.”
Ben karşımdaki genç hastanın benim şakama gülmesini beklerken, o yere bıraktığı çantasına uzandı ve çantasından çıkarttığı cüzdanını açtı! Ona elimle “Vazgeçtim, paraya falan gerek yok” şeklinde bir işaret yaptım. Cüzdanını tekrar çantasına koydu.
Aman Allah’ım! Olacak iş değil. Ben şaka yapayım derken, iş nerelere gelmişti. İnanılması en zor olanı da, doktora muayene olmak için gelmiş bir hastanın, karşısındaki doktorun ciddi ciddi falcılık yapabileceğini düşünmesiydi. Daha da inanılmazı kendisini muayene etmesini beklediği doktorunun, ona vereceği bu ekstra hizmet(!) için beş lira isteyebileceği idi. Şimdi hayret etmesi sırası bende idi.
Ama mademki karşımdaki muhatabım beni falcı yerine koymakta bir sakınca görmemişti, ben de falcılığa devam edecektim. Yüzüme esrarengiz bir hava vermeye çalışıp, yarı kısık bir sesle:
– Şimdi o uzaklarda… Çok uzaklarda… Açık denizlerde. Seni bekliyor.
Ben tam bunları söylerken hastanın önce yüzü soldu, bakışları donuklaştı, oturduğu koltuktan yere kaydı. Bayılmıştı.
Kapıdaki hemşireye seslendim. Birkaç yardımcı daha odaya doluştu. Ayaklarını havaya kaldırdık, tansiyonu düşmüştü. Serum taktık, bir enjeksiyon yaptık. Bir süre gözlem altına tuttuk.
Benim falcılık işin tadını kaçırmıştı. Bu yaptığım şakaya çok pişmanlık duyuyordum.
Hastamızın niye bayıldığına gelince; kadın tam para çıkarmak için cüzdanını araladığında, yarım yamalak da olsa bir bahriyelinin vesikalık fotoğrafını görmüştüm. Sonra ben gerek yok anlamında bir işaret yapınca, o cüzdanını yine çantasına koymuştu. Düşünce sistemim son derece basitti. Karşımdaki hasta belki henüz otuzuna bile gelmemiş bir genç hanım olduğuna göre, çantasında resmini taşıdığı genç adam da olsa olsa onun sevgilisi olabilirdi.
Evet gerçekten de öyleymiş. Bunu onu eve götürmek üzere hastaneye gelen yakınlarından öğrendim. Zavallı genç adam altı ay önce bir deniz kazasında hayatını kaybetmiş. Ve bendeniz “falcı doktor(!)”, kadına “Sevdiğinin çok uzaklarda olduğunu ve onu beklediğini” söylüyordum. O anda hissetiklerim anlatılacak gibi değil. Utanmakla, pişmanlık duygularım harman oluyordu.
Bu tek kelime konuşmadan yaptığım, daha doğrusu yapamadığım ilk ve son muayenem oldu. Bir daha falcılığa tövbe ettim.