Biz kediler ezelden beri hür yaşar ve film izlemeyi severiz. Eskiden açık hava sinemalarında bu iş çok kolaydı. Fakat şimdi de zor değil, çünkü evlerde dev ekranlar var. Tırmanınca ağaca, cam perde tam karşımızda. Beğenmedin mi, çık bir üstteki dala. Bir de pencere açıksa, sesini de duyarız. Dünyaları unutur, eğlenceye dalarız.
Her şey iki gece önce “Ada” isimli yerli filmi izlerken başladı. Kekik öyle bunaldı ki tiz bir çığlık attı. Dört yandaki evlerden insanlar, camlara fırladı. Daha fazla dayanamadık indik aşağıya. Başladık kötü film niye kötüdür, en fenası hangisidir, diye tartışmaya.
Kekik her zamanki çok miyavlayan eleştirmen tavrıyla konuya daldı, “Bir filmi izlerken içini bunaltıyor, acilen mekân değiştirme isteği uyandırıyorsa, en kötü film budur,” dedi. Ben de hak verdim ilk başta. Sizin de olmuştur mutlaka, sinema salonunu acilen terk ettiğiniz. İzlediğiniz filmi, sokaktaki köpeklerin dişlerine emanet etmek istediğiniz. Benim de vardır böyle birkaç filmi izlemeyi bıraktığım. Hiç de istemem şimdi onları tekrar görmeyi, dedim… Ve yanıldığımı anladım.
Romantik komedilerin kralı “Harry, Sally ile Tanışınca” (When Harry Met Sally) ilk gençlik çağlarımda, benim için 5 dakikadan fazla izlenemeyecek bir işkenceydi. Gençlik dönemimde, asla tahammül edilemez kategorisine yükseldi. Olgunluk çağıma girdiğimde ise, hipnotize olmuş gibi ekrandan gözlerimi ayıramadan, yüzümde tatlı bir tebessümle kana kana içtiğimi hatırlarım aynı filmi.
Bir başka örnek, Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”ı, “Kasaba”sı veya Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta”sı “Süt”ü. Bu filmler Türk sinemalarında oynarken, daha ilk yarıya ulaşmadan, salondaki seyircilerin %80’i mekânı terk ediyor. Kekik’in yorumuyla, bu filmler en kötü film. Fakat göreceli olarak kültürlü insanların katıldığı kabul edilen festivallerde alkışlanıyor, en saygın ödülleri alıyor. Bunlar nasıl en kötü film o zaman?
Kieslowski’nin, dünyanın en iyi dizi filmi kabul edilen “Dekalog”unu izleme fırsatı bulmuştum. 10 bölüm ayrı ayrı “On Emir”in her birini temsil ediyordu. Aklı başında kedi dostlarımdan birini benimle bu zevki paylaşmaya davet ettiğimde durumu şöyle özetlemişti: “Artık zihnimi daha sakin sularda gezinmeye bırakamıyorum, Sarman. Ruhumun hiperaktifleşmiş temposunu birkaç vites küçültemiyorum. Şehrin ve çevrenin beklentileri sonucu oluşmuş bir bozulma işte. Ne yazık ki bu zevki paylaşmak için sana katılamayacağım.”
İki ayrı durum var yani. Kimi zaman ruhun, zihnin veya kültür birikimin yeterince olgunlaşmadığı için filmin esas özünü yakalayamıyorsun. Kimi zaman da olgunluğa ulaşmışsın fakat zamanın ve mekânın temposu seni kendine uydurmuş… Doğayı, estetiği içinde hissetmen, düşünmen, satır aralarını doldurabilmen için azıcık düşürülmüş tempoya tahammül edemiyorsun. Her şey boyalı ve en kaba haliyle çabucak söylensin, bitsin istiyorsun.
Yine de kendimi her dışarı atmak istediğin film böyle değil; gerçekten kötü filmler de var.
Daha derin düşünenler, filmin genel hissini bir yana bırakır, onu parçalarına ayırarak değerlendirir. Senaryo, yönetmenin performansı, oyuncuların katkısı, görüntü yönetmeninin çekimleri, sanat yönetmeninin bakış açısı, müzik, çekim hataları her biri ayrı ayrı değerlendirilir; film adeta ameliyat masasına yatırılır.
Kötü filmi anlamak için, önce iyi film nedir bilmek gerekir. Bu derin bir konu, üniversitelerde senelerce okuyor, öğreniyor insanlar. Ha, kestirmeden bir ders isterseniz, Kieslowski’nin Üç Renk Üçlemesinin (Mavi, Beyaz, Kırmızı) iki disklik versiyonlarını tavsiye ederim. İlk disklerde şaheser filmler, ikincilerde bu filmler üzerinden muazzam sinema dersleri var. Sinema kültürünüz aniden birkaç basamak yükseliyor.
Bana sorarsanız kötü film nedir diye; öncelikle izleyicinin zekâsına hakaret eden, derim. Hiç olmayacak bir şeyi (fantastik öğeleri değil, mantıksızlıkları kastediyorum) öyleymiş gibi yutturmaya çalışan filmler kediyi deli ediyor. Buna en son “Ziyaretçiler” (Visitors) dizisinin yeni çekiminde rastladım. Nedir bu yeni çekimlerden çektiğimiz? Barış (?) için gelmiş uzaylılar, ikna ziyaretinde bulunmak üzere Papalığı ziyaret ediyor. Basit bir ışık gösterisi yaparak, oradaki bütün üst düzey dindar kesimi korkutarak, kukla haline getiriyor. Hristiyanlıktan pek anlamam ama bu kadarı da hiç inandırıcı değil. Bu sahne benim için Visitors macerasının da sonu oluyor.
Sonra özensiz, hatta hırsız filmler var. Bazıları bunu öylesine ileri götürüyor ki başka filmlerden sahneleri direkt aşırmaya kadar vardırıyor. Alın size örnek: “Dünyayı Kurtaran Adam”. Dönem filmlerinden araklamalar yapmışlar. Köpükten kayaları bile iyi boyamamışlar, prodüksiyon sapır sapır dökülüyor. Şimdi bu filmi yere göğe sığdıramayan, efsane haline getirenler var. Yok efendim bilerek öyle yapılmış, matrak olsun diyeymiş. Hayır, beni kimse buna inandıramaz. O devrin şartlarında, işini ciddiye almayarak, her türlü masraftan kaçınarak, bolca tembellik yaparak işi kotarıp, ceplerini doldurmak istemişler. Tahminen en yüksek maliyet Cüneyt Arkın’dı, zaten film boyunca tek çabalayan da o gözüküyor.
Filmle alakasız sahneler de filmi kötü kategorisine taşır. Yapımda sözü geçen birinin aklına gelen bir plan ya da sahne sırf bunların hoşlarına gitti diye, filmin içine eklenir. Sanki araya parça atıyorlar. İyi filmlerde her karenin, her sözün filmle doğrudan ilişkisi vardır. Yapraklardaki delikler, kahveyi emen şeker bile bir şeyler anlatır. Boşuna o sahneye konmamıştır oraya. Dikkatli izleyici bunları yakalamayı ve filmdeki anlamını bulmayı sever. Rastgele eklenmiş sahneler ise bu zevki zehirler.
Tempoda oransız iniş çıkışlar, komikmiş gibi yapıp hiç esprili olamamak, sırf bir fikri dayatmak için sanat yolundan kayıp propagandaya kaçmak ve bunun gibi pek çok şey bir filmin en azından sanatsal açıdan değerini yitirmesine neden olur. Ha, seyirci sayısı ve hâsılatlar bambaşka bir hikâye anlatabilir. Fakat amaç göz boyama ve hâsılat olunca eninde sonunda çuvallama kaçınılmaz. Hollywood’un durumu bunu en iyi şekilde yansıtıyor. Tom Cruise, Asya’dan senaryo satın alıp, milyon dolarlar harcayarak filmleri Amerikan usulü yeniden pişirmeye çalışırken; gerçek sanatçılar gerektiğinde eşlerini dostlarını kamera karşısına geçirip, birkaç bin dolar harcayarak mucizeler yaratabiliyor. Mesela Aronofsky’nin “Pi”si işte böyle bir film.
Bence en kötü filmleri söyleyerek yazıyı bitireyim: Türk filmleri arasında “Ada”. Yabancı filmlerde “Virus” (Virus), “Tehlikeli Yaratıklar” (Mimic) ve “Ormanın Derinliklerinde” (Deep in the Woods) ilk sıraları kimseye bırakmıyor. Korku filmi seven biri olmama rağmen, hepsinin de bu türde olması tesadüf mü bilemiyorum.
Haydi, sıra sizde… Sizce bir filmi “en kötü” yapan nedir? Seyrettiğiniz ya da izlemeye dayanamadığınız en kötü filmler hangileri? Durmayın, her şeyi Sarman’a bırakmayın. Bu yazıyı okuyan herkese dünyayı sizin gözünüzden de görme zevkini tattırın.
Sarman Dedektif
Sarman Dedektif’in tüm yazılarına ulaşmak için Sarman Dedektifin Gözüne Batanlar isimli web güncesini ziyaret edebilirsiniz.