Şüphesiz hepinizin hayatını değiştiren duyduğu, okuduğu cümleler olmuştur. İşte benim hayatımı değiştiren o cümle de karşıma yıllar evvel çıktı. O zamanlar Menderes Köyü’ndeki kahvehanede gelene gidene çay verirdim. Şu an cümleleri yazdığım bu bekçi kulübesi, o vakitler üzerinde sayısız bıçak izi olan, derme çatma ahşap bir kulübeydi. Zamanla onarılacak hali kalmayınca yıkıp yerine bu plastik kulübeyi yaptılar. Üzerine de TCDD damgasını da yapıştırıp beni içine oturttular. Bir insan içine zor girer. Şirket sağolsun düşünüp bir de ufak vantilatör gönderdi.
En yakın köy beş kilometre uzakta. Köylüler ilçeye giderken şu an sigara dumanının süzülüp çıktığı pencerenin önündeki delik deşik yoldan geçerler. Benim görevim de gelecek tren için onların güvenliğini sağlamaktır. Zaten günde ortalama üç tren geçer buradan. Onda da bana ihtiyaç duyarlar işte. Trenin üzerinden geçtiği köprü pencereden görülsün diye benim mekanın yeri de biraz yüksektedir. Zaten engebeli bir bölge olduğu için trenin sesi fizandan duyulur.
Köprü, 1907 yılında bir Alman mühendis tarafından yapılmış. Bu tarih nedeniyle ben dahil bu civardaki bütün insanlar Fenerbahçelidir. Farklı takım tutanlarsa kesin buraların yabancısıdır. Civarda Alman Köprüsü diye bilinir ama asıl adı Varda Köprüsü’dür. Köprünün beş ana ayağı örülürken, yukarıdan aşağı sallanan büyük kayaları halatlarla indiren işçiler; “Var daha! İndiiir! Var daha!” derken adınında “Varda” olarak kaldığı söylenir.
Bazen bir kaç meraklı gelip fotoğrafını çeker. Çekilen fotoğraf sayısı arttıkça ziyaretçi sayısı da artar. Buna bağlı olarak güzelim köprünün çevresindeki kirlilik de artar gider. Benim asıl görevim orada başlar. Hiçbir sakıncası yokken ‘o tarafa geçmeyin, yasaktır’ diye bağırıp aslında muhabbet kurmaya çalışırım. Durum öyle olunca gelenler de güzel kareler yakalayabilmek için benimle aralarını iyi tutmaya çalışırlar. Muhabbet köprünün tarihine kadar gider. İşte o zaman değmeyin keyfime! Bir şeyi biliyor olmanın keyfini hepimiz biliriz.
Ayrı bir ziyaretçi sınıfı da yeni evlilerdir. Söylenceye göre daha ben bile bu topraklara düşmemişken köprünün altından bir de “Sevgi Battı” adında derenin aktığı söylenir. Efsaneye göre iki aşık birbirine kavuşamamış. Sonra hikayedeki gençlerimiz bu derede ölmüş, adı da öyle kalmış. Zamanla bu kedere dayanamayan dere de kurumuş. Yeni evliler de gelip burada mutlu olabilmek için dilek dilerler. İnsanların mutluluğun da, mutsuzluğun da kendi ellerinde olduğundan bu kadar habersiz olması beni hep düşündürür.
İşte ahşap kulübe yıkılmadan evvel gelip içine oturur beş arkadaş sigara tüttürürdük. Hayatın çevremizde örülü dağların içinden ibaret olduğunu zannettiğimiz yıllardı. Sigara merasimlerimizi trenlerin geçeceği vakte denk düşürürdük. Daha kendisi yokken gelen sesi bize dağlar ardındaki memleketlerden yeni bir şeyler getirirdi. O sıcak yaz gününe kadar da bir şey getirdiğini görmemiştik.
Kahvehaneden aldığım üç beş kuruşun üzerine bizim çocuklarda para eklemiş, sigara alıp koşar gibi kulübenin oraya gitmiştik. Geçen treni sanki farklı bir şey varmış gibi dalgınlıkla izlemiştik. Olacağı varmış derler ya, o gün bütün arkadaşlar sıcak diye evlerine gitmişlerdi. Ben de birbirine paralel uzanan tren raylarının üzerinde akan kısacık ömrümü film gibi izliyordum. O zamanlar daha az delik deşik olan yolda bir araba durmuştu. Hemen elimdeki sigarayı daha sonra devam ederim düşüncesiyle dikkatle söndürüp, onları izlemeye koyulmuştum. Arabadan ellili yaşlarda takım elbiseli ve koltuk değnekli bir adam inmişti. Daha sonrada takım elbiseli dört beş adam ona yardım ettiler. Koşar adım yanlarına gidip adamların neye geldiğini öğrenecek, bizimkilere yeni bir şeyler anlatacaktım. Sürekli aynı şeylerin konuşulduğu yerde, farklı şeyleri konuşuyor olmanın zevki de farklıdır.
Bizim Alman Köprüsü’nü onarmaya geldiklerini öğrendim. Ekibin başında da bu belden aşağısı tutmayan koltuk değnekli adam varmış. Değişik değişik terimler kullanıyorlardı. Yanlarına geldiğimi topal adamdan başka kimse farketmemişti bile. Köprüyü onarmak için tam yirmialtı ay uğraşmışlardı. İşte bu çalışmalar sırasında sefer sayısı azaltıldı. Bunun zararı da en çok bize dokundu. Sigaramıza altlık eden bir tren sesi bir de raylardan gelen gıcırtı vardı. Sayelerinde ondan da olmuştuk. Plan yapıp kaldıkları karavanı yakmaya karar verdik. Böylece gideceklerdi. Arkadaşlarla bu kutsal görevi hepimiz üstlenmeye hazırdık. Çünkü o köprü bizimdi. O trenin sesi bizim tek eğlencemizdi. Kutsal görev bana düştü. Sonra uzunca bir süre düşünüp not yazıp onları tehdit etmeye karar verdik. “Gidin buradan yoksa öleceksiniz!” yazacaktık. Aramızda en çok bilen onbir tane harf bildiği için tek çare karavanlardan birini yakmaktı. Okuma ve yazma bilmemenin eksikliğini belki de ilk kez o zaman farkettik.
Not yazmak için kahvehanenin eski veresiye defterlerinden birini çalmıştım. Notu yazamayınca karavanı bu defterle tutuşturmaya karar verdik. Çocukluk işte. Dünyanın bu dağlardan ibaret olduğu beynimizde, el kadar defterle dünya bile yakılabilirdi. İşe koyulduk. Kutsal görevi gerçekleştirmek için sessizce üç karavandan birine doğru yöneldim. Rüzgardan yanmayan çakmak bana hayatımın en büyük paniğini yaşatıyordu. Karavanın içinden gelen sesi duymuştum. Uzunca bir süre sessizce oturmuştum. Ses devam edince korkak adımlar karavanın penceresine doğru yaklaşıp dinlemeye karar verdim. İşte hayatımı değişterecek görüntüyü de sesi de ilk o zaman gördüm ve duydum. İşçilerin başındaki o koltuk değnekli adam masanın başında hem bir şeyler yazıyor, sonra da yazdığı cümleleri yüksek sesle okuyordu. Dikkatle yaklaşıp, kafamı cesaretimle kaldırıp ne söylediğini anlamaya çalışmıştım.
“Ben hayatta en çok ellerime güvenirim. Sadece yıllardır beni ayaklarımın yerine de taşıdıkları için değil! Kalemi bu kadar doğru tutabildikleri için.” demişti.
Bu cümlelerden sonra koşar adım uzaklaştım oradan. Nefes almıyordum sanki. Yorulunca oturup saatlerce adamın ne demek istediğini anlamaya çalışmıştım. Şu an bile tam anladığımı söyleyemem. Günlerce yakınından geçmedim oranın. Aslında utancımdan gidemiyordum oraya. Ayakları tutmayan bir adam hayatta en çok ellerine güvendiğini söylüyordu. Üstelik bu eller onu taşıdığı için değil kalem tutabildiği için güvenilirdi. Ayaklarımdan ve ellerimden utanıyordum. Daha sonra odasının ışığını uzunca süre izlediğim oldu. Arada cesaretimi toplayabilirsem daha da yakına gidip masasının başında oturup bir şeyler yazıp çizişini izlediğim oluyordu.
Yanılmıyorsam iki hafta sonra kahvehaneye geldi. Onu karşımda görünce başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Neşeli bir sesle çay istedi. Çayı verirken defteri karavanın orada bulduğunu, üzerinde bu köyün adının yazdığını söyledi. Defterin oraya nasıl gittiğinden habersizmişim gibi yapmak bir yana, defterin icadından o güne kadar haberim yokmuş gibi bakıyordum. Sonra tek kelime etmeden alıp inceliyormuş gibi yapmıştım. O zaman defteri ters tutuşumdan anlamıştı okuma yazma bilmediğimi. Uzunca süre muhabbet ettik. Bu civar hakkında sorular sordu. İşten sonra bana karavana gelmemi söyleyip gitmişti. Ne yapacağımı bilmiyordum. Planımızı öğrenip beni öldürecek miydi?! Bütün cesaretimi toplayıp gittim. Uzunca bir süre çevreyi kolaçan ettiğimi hatırlıyorum. Korkak adımlarla girdiğim karavan beni o dağların arkasına aşırdı. İlk defa bambaşka bir dünyaya düştüğümü düşünmüştüm. Her yerde kitaplar vardı. Masanın üzerinde bir sürü rengarenk kalem vardı. Bizim kahvehanede bile sadece iki taneydi hatta biri kitli çekmecede durur kimse el süremezdi.
Kitapların içindeki fotoğrafları gösterdi. Rengarenk kalemlerinden hediye etti. Yeni bir defter verdi. Bizim kahvehanede böylesini hiç görmemiştim. Bembeyazdı ve üstelik bir sürü boş sayfası vardı. O günden sonra sürekli gider oldum. Saatlerce yanından ayrılmadığım oldu. Defalarca okuduğu kitaplardan altını çizdiği cümleleri benimle paylaştı. Aylarca uğraşıp okumayı yazmayı öğretti. İlk kez “Varda Köprüsü” yazdığım gün, kağıdı top gibi yapıp geçen trenin camından içeri beraber attık. O kadar alışmıştım ki ona, inanır mısınız sesi tren sesinden bile güzel geliyordu?! Gerçekten eli bu kadar kuvvetli olan tek insandı. Hayranlıkla izliyordum ellerini. Ben de ona bir şeyler yazmak istediğimi söylemiştim. Gülerek; “Bunun için var daha!” demişti. Dakikalarca gülmüştük. Ellerime güvenmem için vardı daha.
Tam bir hafta uğraşıp karavanını yazmıştım. Duvardaki resimleri, kitaplarını, masasındaki rengarenk kalemlerini, ellerini, koltuk değneklerini…
Vermek kısmet olmadı. Vermek için gittiğim gün çalışma sırasında köprüden düştüğünü öğrendim. Nasıl düştü kimseden bir şey öğrenemedim. Saatlerce şu an bulunduğum bu kulübenin önünde ağladığımı, aylarca konuşmadığımı, yazmadığımı, dünyadaki bütün köprülere savaş açtığımı hatırlıyorum. Varda’ya küsüp aylarca gitmemiştim.
Aylar sonra gittiğimde de kimsecikler kalmamıştı. Sağa sola savrulmuş sayfalar gördüm. Değişik çizimler vardı. Bir tanesinin üzerinde yazısını görmüştüm. Beraber geçirdiğimiz zamanda kalemin dünyayı gezmek için sihirli bir kilim olduğunu, el kadar defterlerin, kitapların dünyayı yakmak için değil dünyayı ayağına kadar getirmek için var olduğunu öğretti. En önemlisi hayatta en çok kaleme güvenilmesi gerektiğini öğretti. Bütün bu öğrettikleriyle birlikte o kağıt parçası da hala saklıdır bende.