Her bahar bir düş aslında… Bazen hiç uyanmak istemediğimiz güzel bir rüya, bazense hatırlamaktan bile korktuğumuz bir kabus olur… Hani bahar gelince insanın içi kıpır kıpır olur ya, yeniden başlayacakmış gibi her şey… Hüzün kaplar benim içimi her bahar… Nisan yalancı bahardır bana… Mucizeleriyle parlayan güneşi, kara bulutlar örtüverir bir anda… Gökyüzü hıçkırıklara boğularak ağlar… Diner elbet gözyaşları ama, her çekilen acıda hep eksilir ya biraz insan… Eksilir durur benim Nisan’ım da… Diriliş olduğu kadar ölümdür bende bahar… Nisan vedadır… Soğuk, karanlık günlere değil sadece; anılara, kaybettiklerine… Anneannemle dedemi bir 23 Nisan’da trafik kazasında, bir anlamda annemi 7 Nisan’da, on iki yıl kendi yavrum gibi baktığım köpeğimi 6 Nisan’da, kendimi de 8 Nisan’da kaybettim… 23’ü, 6’sı, 7’si, 8’i derken, eksik kaldı benim Nisan’ım…
Esen yel savurup dağıtırken saçlarını, başını kaldırıp bakarsın gökyüzüne; her zamankinden daha mavi gelir ya sana… Güneş hiç parlamadığı kadar parlıyordur sanki… Karbeyaz bulutlar omuz omuza… Deniz gökyüzüyle birleşmiş sanki, aynı renk olmuş… Ağaçlar yeşillenir, çiçeklenir… Dallara asılmış, duvakları andıran tomurcuklu ağaçlardan ‘uyandım ben!’ diye bağırır sanki tabiat… Bebekler gibi mis, can yayan havası… Leylak, nergis, sümbül kokan sokaklar… Mutluluk gözyaşları gibi bir anda başlayıp, bir anda bitiveren yağmurdan sonra toprağın kokusu… Bin bir çeşidi yeşilin; çağla, erik, haki, fıstıki, zümrüt yeşili… Soğuklar diner dinmez geliveren kırlangıçlar… İnancın, direnişin sembolü ipekböcekleri… Yüzümüzde güneşin ilk öpücüklerinin masum, utangaç pembeliği… Bir tutsaklıktan kurtulmuşçasına özgür, heyecanlı… Yüzümüz, gözümüz bahar… Bilsek de gelip geçici…
Gelincikler gibi, her sabah güneşe dönmeye çalışan gayretiyle yaşayan… Gelincikler gibi başını güneşe çevirip, saçlarını rüzgara verir, gülümsersin hüzünle her bahar hayata… Gelincik gibi güneşe muhtaç, kendi özsuyuyla yetinen, tomurcuklarındaki tozlar, sadece tutunabilmek için hayata umut zerrecikleri olur… Rüzgarla titrer durur hep yüreği gelinciklerin… Toprağa tutunmaya çalışır tüm gücüyle ama cılız, hüzünlü, yorgundur bedeni… Yalancı bahar ürkütmüştür yüreğini… Güçlüymüş gibi durur sadece rüzgara karşı, gerçekten güçlü olduğundan değil… Yalancı baharı kandırır sadece… Her güneş batışında yapraklarının salınışı değişiverir, köklerinden yapraklarına kadar hüzünle dolar… Gökyüzünün gözyaşları düşerken toprağa, yaşama aşkının bedelini öder gelincik ve sadece tebessüm eder ölümüne… Güçsüz, narin, cılız yapraklarına rağmen, rüzgara karşı cesurca salınan bir gelinciğe dokunabilir mi ki ölüm..? Rüzgarla savrulur, dağılır tohumları, uçuşan sarı saçlar gibi… Can kırmızı ipeksi kadife yapraklarının içine çöker en karası sevdanın… Kapkara bir leke olur içinde… En karasıdır sevdanın, hep taşıdığı yüreğinde… Hüzündür gelincik, ölümsüzlüğü imkansız bir aşktır hayata…
Hem hiç ölmeyecekmiş gibi, hem de yarın ölecekmiş gibi yaşamak dedikleri… Hayallerin olmalı yaşamak için, hiç bitmeyen umutların olmalı… Gelincikler gibi, ipekböcekleri gibi… Birkaç günlük ömür için, kaç ömürlük bir mücadele, gayret… Sadece dut yaprağıyla yetinen bir ipek böceği kadar direnen, özsuyuyla yetinen gelincik kadar mağrur… Hayalleriyle yaşayan, hayallerine inandığı için sabreden… Alemde, hayal ettiğin sürece yaşarmışsın ya, hayallerin bittiği yerde her şey bitermiş… Bir varmış, bir yokmuş gibi… Bütün masalların başlangıcı gibi… Ne var ne de yok gibi… Bir görünen bir kaybolan… Ya da aslında olmayan, olmasını düşlediğimiz… Hayal gibi, bir hayale inanmak gibi, bir varmış bir yokmuş gibi… Bahar gibi… Eksik Nisan gibi…