Çok uzun zaman olmuştu suskun kalışımıza ses yoktu. Yüzümüz dökük, kelimelerimiz paramparçaydı “biz”in anlamını yitirmiş gibiydik…
Önce sen gittin sonra ben kaldım, ardında kalan dağınıklığı anılarımda topladım…
Ne çok kayıplar vermişim çok geç anladım. Sevdiklerim zamansız gittiler, her birinin arkasından gözyaşlarımı topraklarına bıraktım.
Ne çocukcaymış küsmelerim, ne uzunmuş şakalarım, “geç kaldın” dediklerinde son şakayı sen yapmışsın, ben anlamayamadım.
Etrafıma ne çok öfkem varmış, kazandıklarım ne kadar anlamsız ve yalnızmış. Her birini kaybetmeye hazırdım fakat seni hatırladım…
Pes etme dediğin ne varsa kazandım, başar dediğin her şeyi başardım, vazgeç dediklerinden milyon kez vazgeçmeyi göze aldım. Fakat pişmanlığım yok dediğimde, varmış gibi bakan gözlerin hüznünü, en derinimde yaşadım.
Sohbetlerimiz güzeldi, kahvaltılarımızda son çayı hep sen koyardın. Demli olan bardak senin, açık olan benimdi. Kaç şeker demezdin, çok şekerli olan hep benimdi bilirdin…
Ve ben, gitme demeyi çok isterdim; çünkü söylemek istediğim çok şey vardı. Ama şimdilerde seninle beraber sonsuzluğumda kaldı…
Yanına bir bavulla gelmiştim, fakat gitmelere de bir “hoşçakal” yetiyormuş anladım.
…
İnsanlar kendisinin yabancısı olabilir mi?
Bir başkasının yüzüne yabancı kalabilir mi?
İnsanlar çabuk vazgeçiyor; önce kendilerinden sonra da sevdiklerinden. Uzun ömürlerini tozlu raflarda tüketiyorlar. Sanki süreli mutluluğun koşucusu gibiler. Ne mutluluğu ne de hüznü hakkıyla yaşayamayanlar, hayatla olan yarışlarına ‘hadi bir koşu daha’ der gibi telaşlı…
Sevgi kalmış mı? Saygı da yok gibi zor günlerin dayanağını kolay yolun seçenekleri varsa yeterli saymışlar sanki…
İnsanlar çabuk vazgeçiyor çabuk alışıyor, çabuk üzülüp çabucak mutlu oluyorlar. Belki de çabuk seviyorlar ama hep bir adım daha hızlı yaşayıp on adım geride ölüyorlar…
Farkındalar mı bilmem fakat, insanlar duygularını önce çabucak öldürüp sonra da “yaşamaya” çalışıyorlar.
Ve buna “yaşamak” diyorlar…