Önümde bana bakan bomboş bir sayfa, yanımda yazım için aldığım notlar, ağzımda kanıksadığım kahve tadı ve düşünceler.. Öylesine karmaşık, birbirine girmiş ve bir sıraya koymamı bekleyen çarpık cümleler. Hangisinden başlasam acaba? Yaşadığım sorunları mı anlatsam, üzerimde bıraktıkları yıkımlarını mı, yoksa her şeye rağmen gülmeyi nasıl becerdiğimi mi? Kafanda bu kadar soru varken önce onlara cevap bul ve sonra paylaş bizimle düşüncelerini duyar gibiyim aslında. Haklısınız! Ama tek başınalık yaşayan birinin sorulara cevap bulması hiç de kolay olmuyor. Sizin de vardır aklınıza taktığınız bir şeyler. Gelin birlikte bir yolculuğa çıkalım.
Dilimize pelesenk olmuş “hayat çok garip!”. Hayatın garip filan olduğu yok aslında. Üzerine düşen her görevi yapıyor. Olması gereken ne ise kendince cevaplar veriyor, ancak kimseyi memnun edemiyor. Mutlu olduğunuzda “hayat çok garip” diyor musunuz? Sevgiliniz size sevgi cümleleri kullanırken ya da anneniz sevdiğiniz bir yemeği yaptığında… Hayır, hiç de öyle demiyoruz. Hayatın güzelliklerinden, denizin mavisinden, uçuşan kelebeklerden bahsediyoruz. Hayat biraz yamuk yapınca (size göre) başlıyoruz söylenmeye. Getirileri kolayca alırken götürüler başladığında mutsuzlaşıyoruz. Aslında hepimizin istediği bir parça mutluluk, biraz da huzur. Hani çocuklar hep isteklerinin o an olmasını isterler, olmayınca da sızlanıp ağlayarak tepki gösterirler ya; çocuk gibiyiz. İstediğimiz mutluluk o an olmayınca karamsarlıklar başlıyor düşüncelerde. Peki kim karar veriyor doğru zamana, siz mi?
Yıkık, harap bir evin merdivenin ilk basamağındayım. Gözlerimi dikmiş viranlığı seyrediyorum. Öylesine yıpranmış ki, kim bilir kimler çıktı buradan, hangi adımlar eskitti bu taşları. Ne boyası kalmış ne taşı doğru düzgün. Bazı adımlar telaşla atılmış bazıları kederli ve ağır; bazısı gözyaşlarını sürüklemiş burada. Olumsuz olmayın bu dara gülümsemeleri de görüyorum elbet. Bir karar vermem lazım. Merak ettiğim bu yıkıp dökük eve girmem lazım. Belki tüm sorularım orada cevaplarını bulacak; ancak önemli bir sorun duruyor önümde. Ben bu merdivene nasıl adım atacağım? İçimden bir ses yapma diyor. Bastığın an düşeceksin, biliyorsun. Canın yanacak, yaraların olacak. Bir tarafım da korkmadan yürü yolunda diyor. O adımı atmadan düşeceğini nasıl biliyorsun? Kederi yüzünden okunan o taş merdivene bir daha baktım. Ve dedim ki “denemeden nasıl bileceğim?”.
Yaşadığımız her dakika bir şeylerle boğuşmaca içerisindeyiz. Küçüklü büyüklü sorunlara çözüm aramakla geçiyor bazılarımızın zamanı. Kimisi bu yolu başarıyla tamamlarken, kimisi kendini yarı yolda bırakıyor. İlk olumsuzlukta koyveriyor ve hayatı ıskalıyor. Merdivenin ilk basamağında mutluluk yaşıyorsanız bir adım daha istiyorsunuz. Merakınız daha da kabarıyor. İki, üç adım sonra yaşamayı istemediğiniz birkaç şeyle karşılaşıyorsunuz, ve hayat orada son buluyor. Umutsuzluk kedere, o da yalnızlığa bırakıyor kendini. Önündeki mutlulukları göreceğine yaşadığı kötü olayları sürüklüyor adım adım, gözyaşlarıyla.
Her adımda yeni tecrübeler katıyoruz kendimize. Mesela güvenmeyi bilmeyen insanlarla karşılaşıyoruz. İkinci adımda yalan söyleyen, üçüncü adımda doyumsuz, dördüncüsünde sevemeyen beşinci, altıncısı derken sürüp gidiyor böyle adımlar. Haliyle takati kalmıyor insanın, geleceğe bir adım daha diyebilmek için. Kalbi yaralanıyor, ruhu inciniyor bedeni tarumar oluyor, biliyorum. Şöyle düşünmek lazım. Kötüyü yaşamadan iyinin değerini nasıl anlayabiliriz?
Bazen yaşanılan üzüntülerin, sıkıntıların, umutsuzlukların hiç geçmeyeceğini düşünüyoruz. Hayatın inişleri varken çıkışlarının da olduğunu unutuyoruz. Büyük mutlulukların, zenginliklerin, sağlıklı vücudun hep bizimle kalmasını istiyoruz. Olmayınca da bir basamak geriye düşüyoruz. Hayatın getirilerini götürdüklerinde kaybediyoruz. Gülmek yerine ağlıyor, çözüm aramak yerine sızlanıyoruz. Bugün kötü bir gün yaşamış olmamız, yarının da aynısı olacağı anlamına gelmez. Hayat sırtında fırsatlarını da taşır. Olumsuzluk maskesini bir kenara fırlattığınızda tüm fırsatlar mutluluklarıyla önünüze serilecek, unutmayın! Hangi uçurumun kenarındasınız şuan bilmiyorum ancak, yüreğinize mutluluk tohumu bırakın şimdi ve kocaman gülümseyin; cebinizdeki umutlarınızı hiç kaybetmeyin.
Hayatın inişli çıkışlı olmasından bahsetmiştim. Bununla ilgili bir hikaye paylaşmak istiyorum sizinle. Okuduktan sonra tüm basamakları geçmiş, merak ettiğiniz o viran ev tam da yaşamak istediğiniz mutluluğa dönüşmüş olacak.
Karanlığa düşerseniz bir gün ve göremez olursa gözler, kaybolursa zifirde; bir tek mum yakın kendiniz için, o da gülümsemeniz olsun.
Yüreğinizdeki yaşama sevincini ve hayata karşı umutlarınızı bir an bile kaybetmemeniz dileklerimle.
***
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.
Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından Şakir’in bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında başka bir çiftlik sahibidir.
Derviş Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…
Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükür et.” der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”
Derviş Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir’den söz eder.”Haa o Şakir’mi” der köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”
Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.
Şakir bu kez Derviş’i son derece mütevazi olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır… Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: Üzülme… Unutma, bu da geçer…”
Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı içinde bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir, Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır.
Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”
Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”
Derviş, “ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…
O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın… Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.
***