Biliyorsunuz geçenlerde 84. Oscar Ödülleri sahiplerini buldu. Ben de oturdum bilgisayarın başına, açtım Google ana sayfayı, sordum sorumu!
‘Brad Pitt neden hiç Oscar alamadı?’
Soru saçma olduğundan mıdır, cevap alamadım. Kabul ediyorum soru saçma, benden başka kimsenin de Brad Pitt’in Oscar alamadığından yakındığını görmedim. Ayrıca Google’a soru sormak garibime gitti. Ve ardından şu söz aklıma geldi. ‘Bizim Tanrımız sorduğumuz her şeye cevap veriyor. Sizin ki?’ GOOGLİSTLER… Bilinçaltımı kınadım…
Hep aklıma takılırdı yazıya aktarayım dedim. Şu sorularla karşılaşırdım hep.
‘Aaaa! Brad Pitt’in Oscar’ı yok mu? Hani şu Tibet’te Yedi Yıl’da oynayan Oscar alamamış mı?’
Evet, yok ve Akademi Oscar’ı vermemekte epey kararlı görünüyor. Genelde Akademi şu tutumda bulunabiliyor. ‘Daha çok filmde oynar. Ona daha sonra ödül veririz.’ Neyse, küçük bir yolculuk yapıp Brad Pitt’i biraz tanıyalım…
18 Aralık 1963’de ABD’nin Oklohoma eyaletinin, Shawnee köyünde doğan Brad, Missouri Üniversitesi gazetecilik bölümünden mezun olmasına kısa bir süre kala okulu bırakıp Hollywood’un yolunu tutmuş. Uzun uğraşlar sonucunda, hani biz daha küçükken, hatta çoğumuz yokken, TRT’de yayınlanan ‘Dallas’ vardı, o dizide küçük roller almış. 1989 yılında ‘Cutting Class-Sınıfta Katliam’ adlı düşük bütçeli bir filmde oynayarak yapımcıların dikkatini çekmiş. Ve en sonunda 1991’de mutsuz ev kadını Thelma, monoton garson Louise ile birlikte arabalarıyla yolda giderken, bizim Brad’i de yanlarına alınca, People Magazin Brad’e ‘Dünyanın En Seksi Adamı’ unvanını layık gördü. Thelma ve Louise (1991) Brad’in kariyerine yön veren ve sadece 15 dakika görünmesine rağmen ününe ün katan filmdir.
Bizim şu mavi gözlü sarı oğlan zaten fiziğinde bir kusur bulunmadığından iyice tanınmıştı. Ama onun aklında fiziksel özelliklerinden çok oyunculuğuyla tanınmak geçiyordu. Ve bu fırsatı da geniş kadrosuyla dikkat çeken, Interview With The Vampire – Vampirle Görüşme (1994) filmiyle buldu. Filmde ona Tom Cruise’un yanında Antonio Banderas ve Kirsten Dunts (Örümcek Adam’daki bayan, tabi o filmde minik bir kız çocuğu) eşlik ediyordu. Aynı yıl Anthony Hopkins ile birlikte Legends of the Fall – İhtiras Rüzgârları adlı filmde boy gösterdi. Ve sonra izleyen herkeste mutlaka bir iz bırakan kült film Se7en (1995) geldi. Se7en’da Brad’in ‘Kutuda ne vaaar. Kutuda ne vaaar.’ diye repliği feryat edişi hala kulaklarımdadır. Kariyerinde emin adımlarla yürüyen sarı oğlan yine 1995 yılında Twelwe Monkey – Oniki Maymun filmiyle Altın Küre’de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Aynı zamanda Akademi Ödüllerinde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülüne aday gösterildi ama alamadı.
Seven Years in Tibet – Tibet’te Yedi Yıl (1997)
Daha önceleri kibirli, başarıdan başka hiçbir şey istemeyen, bencil kişilikli bir insanın nasıl değiştiğine şahit olabileceğiniz türde bir film. İnsan kişiliğinin değişebileceği hakkında ilk izlenimlerimi bu filmden aldığım gerçeğini inkâr edemem. Brad Pitt bu filmde oynadığı rol karşılığında ödül yerine ömür boyunca Çin’e girme yasağı almıştır. Bu yüzden bu filmle ilgili büyük puntoyla bir başlık açmayı seçtim. Nedeni ise insanın kişiliğinin, gördüğü, anlamlandırmaya çalıştığı düşüncelerden ibaret olduğunu anlamam. İnsan değişmek ister, ama aslında değişmek istemediği için değişemez.
Brad 1998 yılında Anthony Hopkins ile beraber kamera karşısına geçtiği ikinci film olan Meet Joe Black adlı filmde ölüm meleğini başarılı bir şekilde canlandırmış. Fakat filmden sonra yaptığı basın toplantısında filmde oynadığı için pişman olduğunu açıklayınca, filmin satışları düşmüştür.
Ve işte Fight Clup (1999)…
Filmi 2004 yılında izleme şansı bulmuştum. Film ile ilgili küçük bir anım mevcut. İsmini vermek istemediğim bir arkadaşımla izledim. Filmden sonra yaklaşık iki saat, Chuck Palahniuk (Kitaptan sinemaya aktarım – Kitabın yazarı) hakkında konuşmaya başladık. Yer altı Edebiyatının dahi çocuğu demiştik ona. Biz iki genç bizden büyük bir yazara çocuk diyerek karşılıklı böbürleniyorduk. Aslında konuşmalar esnasında arkadaşımın sadece eksik cümlelerini tamamlıyordum. Arkadaşım filmden o kadar etkilenmişti ki; anlatırken filmi yaşıyordu sanki. ‘Bu film tam anlamıyla sisteme karşı yapılan bir başkaldırış.’ dediğini hatırlıyorum. Bu konuya sonra değinelim.
Brad’in canlandırmış olduğu karakterlerden ikisi favoridir. Biri Tyler Durden (Dövüş Kulübü) diğeri ise Snatch – Kapışma(2000) filminde İrlandalı Çingene Mickey O’Neil… Filmlerin ikisini de izlemeyenler için tavsiyemdir.
2001 yılında The Mexican – Meksikalı filmiyle Jerry Welbach, Spy Game – Casus Oyunu’nda Tom Bishop, Ocean’s Eleven’da Rusty Ryan karakterleriyle göründü.
2004 yılında Achilles kılıcıyla, Yunanistan’dan çıka geldi. Troy – Truva filmi Türkiye’de büyük yankı uyandırdı. Hatta filmde kullanılan at bürokratik krize bile dönüştü. Neyse biz o atı alıp Çanakkale’ye yerleştirip mutlu olduk.
2008 yılında Benjamin Button 86 yaşında çirkin bir bebek olarak doğunca, akademi jürisi filmdeki tersten kurguya hayran kaldı. Ardından Brad Pitt’e En İyi Erkek Oyuncu adaylığı verildi. Gelgelelim Sean Penn aynı yıl Milk filmiyle Amerikalı bir eşcinseli, akıl almaz bir şekilde oynayınca. Jüri ödülü Sean Penn’e vermeye karar verdi. Bence de doğru bir karardı.
2009 yılında Quentin Tarantino, farklı bir bakış açısıyla Hitler’i öldürdüğü film olan, Soysuzlar Çetesi’nde Brad Pitt’e Teğmen Aldo Raine karakterini verdi. Karakterin üstesinden başarıyla gelen Brad bu filminde hiçbir ödüle aday olamadı.
Hollywood’un Tarih Tutkusu
2002 yılında Chicago adlı danslı, müzikli kurgusuyla Akademi ödüllerine damga vurmuştu. Akademinin eskiyi alıp harmanlayıp, mükemmel bir kurguyla insanoğluna sunan yönetmenlere hayran olduğunu belirtmeliyim. Yine bu yıl, Akademi Ödüllerine damga vuran The Artist(2011). Sessiz filmlerin düşüşe geçtiği dönemden faydalanıp, mükemmel bir kurguyla beyazperdeye aktarılınca, Brad Pitt’in son olarak Money Ball – Kazanma Sanatı (2011) adlı filmle En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday olması anlamını yitirmiş ve ödülü The Artist filmiyle Fransız Aktör Jean Dujardin almıştır. Money Ball – Kazanma sanatıyla Bily Bean karakterini başarıyla canlandıran Brad, yine Akademinin sınavından geçememiş ve Oscar’ı Fransız oyuncuya bırakmıştır.
Bu arada Fight Clup’ı birlikte izlediğim arkadaşımı üç gün sonra gördüğümde saçlarını üç numaraya vurdurmuş. Askere bile gitmeden, botlarını giymiş, sağda solda adam toplamaya alışıyordu. Beş gün sonra uyandığımızda semtimizdeki arabaların çoğunun lastiklerini patlamış halde bulduk…