Şuan Alsancak’tayım, yarı kurşun yarı dolma kalemimle başladım yazmaya…
Ah dalgınlığım! Ben ve o meşhur dalgınlığım; belki de bu satırları yazmama sebep olan dalgınlığım demeliyim.
Aşık olduğum şehirdeyim, Gündoğdu Meydanı’nda belki de daha önce adını bile anmadığım bir kafede, fazlasıyla pahalı olan kahvemin ağzımda bıraktığı hafif acı, bir o kadar da çekici tadını aşka benzetmiş olmamın burukluğu ile oturuyorum.
Şuan tam anlamıyla bir şair, bir yazarım, bir beyaz kağıt, rengine ve sütlüğüne bayıldığım bir fincan takımı, kütüphaneden aşırdığım mavi dolma kalemimle; arkamdaki yaramaz çocuğun devirdiği sandalyenin sesiyle karışmış, kimin söylediğini bilmediğim zarif bir klasik müzikle, kahkaha ve sohbet harmanı eşliğinde kahvemden bir yudum, yanındaki tatlıdansa bir ısırık aldım. “Keşke biraz daha olsa!” diye geçirdim içimden. Az olan her şey güzel olmak zorunda mı? Az bir zaman, az bir sevgi, az özgürlük ve diğer bir çok azlarımız içimizde çok olmak zorunda mı?
Müzik değişti, canlandı. Yaramaz çocuk annesinin belirlediği tatlısını yemeye başladı. Neden annesi belirledi, tatlısının kürdanıyla havaya resimler yapan bir çocuk kendi tatlısını kendisi belirlemeyemez miydi? Neyse, ne de olsa karşıdaki ışıklarda belki de bir simit için titreyeren mendilci çocuktan bihaber olan yaramaz çocuk bir ısırık alıp bırakacaktı tatlısını…
Kahveme az önce dördüncü şekeri attım fakat hâlâ tatsız, ama içmekten vazgeçemiyorum tıpkı dışarıda hızla sağa sola ilerleyen insanların adımları gibi mecburi ve hırslı.
Uzun süre karşıdaki tabloya baktım, sanırım ölmeden önce gözümün önünden geçecek olan film şeridime bir kare daha ekledim. Düşünceli bir kadın yüzü, kafasındaki sembole ve taca bir anlam veremeyerek. Hafif çirkin ve biçimsiz burnunu, düşünceli gözlerini kendime benzettim.
İlk defa bir alışverişe yalnız geldim, kimseye haber vermeden. Yalnızlıktan iliklerine kadar korkan ben, bugün tadına bakmak istedim, denemek istedim. İçimde hoş bir tat bıraktığını hissettim. Denenmeli azizim, şu hayatta her şey yaşanmalı…