Bölüm 1
Gözlerini açtığı anda, ‘Neredeyim ben?’ diye bir soru sordu kendine ve uzandığı yerden doğruldu. ‘Olamaz. Burası da neresi?’ Koca bir kraterin içinde olduğunu fark etti. Sağına soluna baktı. Kraterin yaklaşık olarak sekiz yüz metre olduğunu anladı. ‘Bunu nasıl hesapladım?’ vücudunu gözlemledi. ‘Neler oluyor böyle? Aman tanrım vücudum, vücudum bir sporcu vücudu gibi. Bu kasları ne zaman yaptım?’ beynindeki düşünceleri durduramıyordu. Tam olarak ayağa kalktığında bir şey fark etti. Nefes almıyordu. Elini burnuna götürdü. Delikleri kapalıydı. Kulaklarına doğru uzattığında onlarında kapalı olduğunu anladı. Duyabiliyordu! Bu nasıl mümkün olabilirdi? Nasıl olur da nefes almadan yaşayabilirdi. ‘Burun deliklerim kapalı olmasına rağmen nasıl koku alabiliyorum? Pekala ağzım. Neden ağzım var?’ hiç bir sorunun cevabı yoktu. Yürümeye başladı. Yürürken bir şey fark etti. Çok az korkuyordu. Normalde amigdalasına gelen sinyal onu şu an da yerle bir etmeliydi. Savaş ya da kaç etkisinden eser bile yoktu. Ağzını açıp olanca gücüyle, ‘Neredeyim beeeen?’ diye bağırdı ve ardından koşmaya başladı. Adeta süzülüyordu. Daha atik ve daha canlıydı. Vücudu terlemiyordu. Kraterin tam ortasından başladığı yolculuk kraterin sonuna gelene kadar dört yüz metreydi ve hiç yorulmadı. Kraterin yokuşunu çıktı ve gördüğü görüntü karşısında küçük bir korku yaşadı.
Dünya bütün maviliğiyle karşısındaydı. ‘Olamaz.’ dedi. ‘Olamaz ay da mıyım? Buraya nasıl geldim?’ Kendine okkalı bir tokat attı. Acımıştı. Rüya olamazdı. Astral seyahat olabilir miydi? Bunun hakkında bir kaç şey okumuştu lakin efsaneden öteye gitmiyordu. Aslında şu anda akılcı düşünmek onun için en iyi yoldu. Pekala nefes alamadığı halde hala nasıl hayattaydı? Tabi bu durumda aslında düşünmesi gereken bir konu değildi. Atmosfer tabakasının inceliği bile bu teoriye karşı çıkıyordu. Zaten oksijenin olmadığı bir yerde nasıl olur da hala hayattaydı sorusu daha akılcıydı. Burun deliklerinin kapalı olması bir kaç teori üretmesine olanak sağlıyordu lakin, henüz yığılı bir bilgi olmadan, sadece dünya bilimiyle yorumlanacak bir şey değilmiş gibi geliyordu. Bir müddet bilimsel düşünmeyi bıraktı. Çömeldi ve yerden bir taş aldı. Tekrar bilimsel düşündü: ‘Bu bir taş. Dünya’daki taşlarla aynı kütleye sahip değil. Bu bir madde. Evet kesinlikle bir madde. Bu taşı fırlatmazsam aynı yerinde kalır. Ben de bir maddeyim ve beni de bir şey yerimden alıp buraya getirdi.’ Bunları sesli olarak söylerken bir şey fark etti. O maddenin bir taş olduğunu anlayan sağ beyni tamamen ve hiç bir sorun çıkarmadan, konuşma yetisinin bulunduğu sol beynine sinyali gönderebiliyordu. İçinde yoğunlaşan heyecan, küçük bir korkuyla ona adrenalin ve endorfin salgılatmıştı. Evet onun bir taş olduğunu anlamıştı. ‘Olamaz.’ dedi. ‘Bunu nasıl anlayabilirim? Hayır bu olamaz. Kusursuz bir bedene ve beyine sahip olmak aman tanrım!’ dedi.
Kendi gezegeninde epilepsi hastalığından bunalmıştı. Sağ ve sol beyin arasında, ikisinin birlikte işlevsel haline gelmesini sağlayan bağlantıyı ameliyatla aldırmıştı. O günden sonra maddeyi tam olarak algılayan sağ beyni, maddenin ne olduğunu söylemesi için sol beynindeki konuşma yetisini gönderemiyordu. Bilimsel adıyla bu bağlantının adı Corpus Callosum’du ve şu an onu kullanamamakla ilgili bir problem yaşamıyordu. Sanki birisi Corpus Callosum’unu, yani bağıntıyı kusursuz bir şekilde yerine takmıştı. ‘Bu harika!’ diye bağırdı. Lakin bu umut kısa sürmüştü. İçini saran, göğsünde hissettiği o soğuk heyecan ona, ‘ne işe yarayacak, nerede olduğuna bir bak.’ demişti. Çömeldiği yerden doğruldu ve ayağa kalktı. ‘Ne yapmalıyım?’ dedi kendine ve ağır adımlarla yürümeye başladı.
Ay hakkında bildiklerini aklından geçirirken bir anda Ay hakkında her şeyi bildiğini fark etti. Hatta durum öyleydi ki, Ay’ın yüzey sıcaklığı, kütlesel çekim alanı, manyetik alanı gibi durumları hemen hesaplayabiliyordu. Şu anda Ay yüzeyinde muhtemel sıcaklığın 112 °C olduğunu biliyor, lakin bu sıcaklığa nasıl dayandığını bilmiyordu. Sol beyninin, akıl yürütmesi ve bunu mantığıyla birleştirmesi kusursuzdu. Tüm bunları düşünürken aslında yine de çelişkiler yaşamasının nedeninin, sağ beyninin, sol beynindeki akıl yürütmelerini kabul etmemesinden kaynaklandığını da biliyordu. Dünya’da olsam bir süper kahraman olabilirdim diye düşündü. Doğası gereği, yaşama ve hayatta kalma içgüdüsünün benliğini sardığını hissetti. Kendine baktığında aslında insani fiziksel oluşumdan çok farklı bir şekildeydi. Bir nevi mutasyona uğradığını düşünmeye başladı. Düşünce sistemi ve ruhani imgeler aynı şekilde durmasına rağmen, vücudu gelişmiş, kasları iyice sağlamlaşmış ve burun delikleri kapatılmıştı. Fiziksel değişimini iyice tanımlamak için bir ayna olsa vücudunu iyice gözden geçirebilirdi. Terlemiyordu, susamıyordu, acıkmıyordu. Yemek yemenin güzel olduğunu bilmesine rağmen, hiç bir istek duymuyordu. Şu anda, bulunduğu noktada gerçekten istediği tek şey, ilahi bir şekilde yardımın vuku bulmasıydı. Beyninde şimşekler çaktı. Ölmüş olabilir miydi? Yok canım. Bu mümkün değil diye düşünürken kendine güldü. Aslında en mümkünü ölümdü. Lakin ölümden sonra, farklı bir hayatın olması ona garip geliyordu. Pekala olmalıysa da bu şekilde mi olmalıydı? Daha gelişmiş bir canlı türü ve daha yalnız! Yeni bir kriz geçirmiş de olabilirdi. Bu da mümkündü. İmgelerin bu kadar canlı olması onu şaşırtıyordu. Yürüyüşü, kollarını sallayışı, ağırlık, kütle, görüntüler tam olarak olması gerektiği gibi ve gerçeğe uygundu. Tabi Ay’ın gerçeğine uygundu. Sanki Ay hakkında her şeyi bilen bir beyni vardı ve bütün bilgiler onun kontrolündeydi. Dünya’da olsa bu mümkün değildi. Bilgilerimizin çoğunu kontrol edemediğimizi adı gibi biliyordu. Kontrol edebilseydik Tanrı’nın kendisi olurduk. Ve işin en ilginç yanı umutsuzluk diye bir şey yoktu. Kendini yalnız hissetmesine rağmen umutsuzluk diye bir şey yoktu. Dünya da sahip olduğu bütün depresyonu üzerinden atmıştı. Hayatında ilk kez her şeyi başarabileceğini hissediyordu. Lakin neye karşı, kendine karşı mı? Şimdi koskoca bir yalnızlık sahibiydi. Kendini kendine mi kanıtlayacaktı? İçinden bir ses sürekli yürümesini söylüyordu. Dünya’ya baktı. Acaba şu anda içinde bir canlı formu var mıydı? Belki de bir zaman sıçraması yaşamıştı. Belki de Dünya’daki herkes ölmüştü. Pekala Ay! Ay’da bir canlı formu bulunabilir miydi? Belki de sürekli çarpan meteorlardan alınan suyla bir kaç plankton bulunabilirdi. Her şey mümkündü.
İçindeki ses sürekli yürümesini söylüyordu. Zaten yapabileceği tek şey de buydu. Saniyeleri sayarak, dakikaları oluşturuyor, dakikalardan saatlere geçiyordu. Tamı tamına dört saat yürüdü ve enerjisinin hiç tükenmediğini fark etti. Ufuk çizgisine baktığında bir yerden sonra hiç bir şey olmadığını gördü lakin bunun bir uçurum olabileceği ihtimalini de düşünmüştü. Hızlı adımlarla oraya doğru yürüdü. Evet orası yüksek bir uçurumdu. Uçurumun indiği noktada Dünya’daki çölleri aratmayacak genişlikte bir çöl bulunuyordu. Çölden ziyade gri bir deniz gibiydi. Uçurumdan inmesi mümkün değildi. Ya da mümkün müydü? Atlayabilir miydi? Korkmadığını fark etti. Sağına soluna baktı. Büyük bir taş aldı. Bunun dört kilogram ağırlığında olduğunu hesapladı. Uçurumdan aşağı bıraktı ve saymaya başladı. Lakin bunu yapmanın akılsızca olduğunu kabul etti. Dünya’daki hesaplamayla buradaki uyacak mıydı? Uçurumdan atlamayı defalarca düşündü ve bir anlık cesaretle: ‘Hızlı bir düşüş olacak!’ dedi ve kendini uçurumdan aşağıya saldı. Resmen süzülüyordu. Bu şekilde düz bir iniş yerine, aslında yüz seksen derecelik bir inişin ona daha fazla yol kat ettireceğini düşündü. Aynı şekilde de yaptı. Kendini şu anda süper kahraman gibi hissediyordu. Ama çok hızlanıyordu ve yavaşlamanın yolunu bilmiyordu. Yolun sonuna geldiğinde gözleri fal taşı gibi açıldı. Bu resmen gri bir denizdi. Su olmadığı belliydi. Toz muydu? Ne olduğunu çözemezdi. Hemen gözlerini ve ağzını kapadı. Başının girişini hissetmişti. Vücudunu kaplayan şeyin ne olduğu hakkında hiç bir beyin fırtınası yaşamadı. Gözlerini ve ağzını açmadı. Sadece saydı ve yarım saat boyunca aşağıya doğru kaydığını anladı. Giderek yavaşlıyordu lakin şu an da sert zemine çarpsa parçalanacakmış gibi hissediyordu. Birden başının döndüğünü hissetti. Bunu anlamlandırmaya çalıştığında beyni ona engel oldu. İyice yavaşlamıştı. Vücudunu saran şeyin yavaş yavaş azaldığını fark etti. Gözlerini açmak ve açmamak arasında kararsız kaldı. Kararsız kalmak? Neler oluyordu? Kararsız kalmak ay yüzeyinde henüz düşünmediği şeylerden biriydi. Gözlerini yavaşça açtı ve birden büyük bir kütleye çarptığını hissetti. Canı hiç yanmadığı kadar yanmıştı. Yukarıya baktı. Gri kütlenin bir bulut gibi yukarıda öylece durduğunu gördü. Başını eğdi ve biraz önce çarptığı şeyin bir kapı olduğunu anladı. Bu da neydi? Ayağa kalkıp kapıya yürümeye çalıştı ancak başı daha önce hiç olmadığı şekilde dönmeye başladı. Yüzükoyun yere düştü.
‘Uyandı! Uyandı! Uyandı!’ Çocuk koşarak odadan dışarı çıktı. ‘Uyandı! Uyandı! Rama uyandı!’ diye bağırdı. Odanın içindeki kalabalık şaşkın gözlerle ona baktı. İçlerinden en yaşlı olanı.
‘Uyandı mı? Bu ne hız!’ dedi ve şaşkınlıkla odaya yöneldi. Birden durdu ve çocuğa,
‘Çabuk koşup Azak’a haber verin! Bunu duyduklarına sevineceklerdir.’ dedi. Çocuk mutlu bir şekilde gülümseyip koşmaya başladı. Yaşlı adam içeriye girdi. Koltuğun üzerinde uyanan adama baktı ve gülümsedi.
‘Hoş geldiniz efendim! Sizi bekliyorduk.’ diye selamladı. Adam şaşkın bir surat ifadesiyle yerinden zorla doğruldu ve,
‘Neredeyim?’ diye sordu. Lakin asıl şaşkınlığı bu değildi. Kulak ve burun delikleri açılmıştı ve nefes alıyordu. Elleriyle delikleri yoklamaya başladığında yaşlı adam.
‘Bunu tavsiye etmem efendim. Henüz çok yeniler.’ dedi. Adam yerinden hızlıca kalktı ve,
‘Neredeyim?’ diye bağırdı.
‘Ay’dasınız efendim.’
Devam Edecek…
Aydın Demirgen