Anlayamazsın; anlamak, karşındakilerin suskunluklarından bir cümle oluşturmak. Senin düşündüğün susanınsa söylemek istemediklerinden oluşan bir cümle… Bu yüzdendir ki “kendine göre anlamak” o suskunken kendi cümlelerinle onun suskunluğunu anlamak…
Anlayamadan, milyon defa daha anlatmak.
Anlatamazsın; anladığın sandığın her şey anlatmak istediklerinde kalır, sen her ne kadar anlatmak istesen de bilemezsin karşındakinin suskunluğunu, o suskunluğunun içinden ne anlatmak istediğini…
Senin ne anlattığını, gerçekten ne “anlamak” istediğini bilemezsin!
Herkesin doğrusu, bir başkasının doğrusunu kabul edemeyecek kadar “yanlışına bencilken” ne kadarıyla anlatabilirsin ki “kendi” doğrunu, ne kadar anlayabilirsin bir “başkasının” doğrusunu.
Tanıyamazsın; kendinden birçok kez “başkasını” yaratabilmişse birden çok farklılık gösteren yüzü, yüzüne yüzsüzleşmişse ne kadar tanıyabilirsin duygularına soru işretleri bırakmış olan insanları…
…
Soru işaretleriyle kalmışsa isimleri, gözden düşmüşse değerleri, en yabancı halleriyle yol almışsa kalpleri… Tanıyamaz, anlayamaz bilemezsin.
Koşar adımlarla kaçarken kaçtıkça küçülen gölgelerinde kaybolurken nefessiz kalmaya, takatinin kalmayışına öfke duyarken sessiz ve sakin kalamazsın!
İnsan bilebilir mi bir başkasının hislerini düşüncelerini, kendisini düşündüğü gibi karşısındakini düşünebilir mi?
İnsan; anlayabilir mi anlatabilir mi mesela, öfkesini kızgınlığını aklından geçirdiği cümlelerinin sahibini bulabilir mi?
Bu yüzden…
Kalan her soru işareti değerine yenik düşer… Her doğru bir yanlışa öfke duyar…
Tek bir söz güveni bertaraf eder…
Tek bir yalan tüm doğruları tek bir kötülük tüm iyilikleri yok saymaya yeter!
Ve insan; kendi duygularıyla hep yeniden tanışır karşısındakinin duygularına ise hep yabancılaşır.
Bu yüzdendir ki; anlayamamak tanıyamamak ve en zoru da anlatamamak.