Çıktığımız yolculuklarda, ulaştığımız şehirlerde, taşındığımız evlerde, toplantılarımızda, girdiğimiz bankamatik sıralarında hep iç içeyiz insanlarla, hayatla… Günlük yaşantımızda sıradan olarak nitelediğimiz bir günde tanışıveririz, hayatımızın bir döneminde en azından ağzından çıkan her kelimeye göre haraket ettiğimiz o insanla. Bizi sıradanlıktan alır yeni saydığımız, yavaş yavaş keşfettiğimiz, anlamaya çalıştıımız hayatına götürüverir…
Severiz… Sevmekle başlarız yola, ismiyle bağdaştırırız bir çok şeyi, izlediğimiz dizilerdeki karakterlerde, tanıdık yüzlerde farkında olmadan onu ararız… Aşk kendini yavaş yavaş alışkanlığın eşiğine bırakana kadar geçer belirli bir zaman… Yaşanan sevinçler, tarihini aklımızdan silmeyip fotoğraflarını saklayacağımız mutlu anlar biriktiririz, yeri geldiğinde hayal kırıklıklarına bıraktığında yerini içimizdeki ses yetişir imdadımıza ki vicdanımızdır bu ve; “durma, yola devam et der”…
Yarışıyormuşçasına birbiri ardına geçiverir birinin diğerinden pek de farkı olmayan günler, sabrımızın yarıdan fazlasını sömüren yanlış anlamalar, sessiz bakışlar, imalı sözler, cümlelerimizi sonlandırırırken daha fazla kullandığımız ünlem işareti bile dahil bizi yorgun bırakmaya yeter… İçimizdeki ses bazen yetmez bizi devam ettirmeye, kalbimiz yorulmuştur artık… Bundan sonrasını dizileri izlerken bir süre sonra bakışlarınız oturma odalarınızın boş duvarlarına takıldığında, iş yerinizde yerdeki parkelerin çizgilerinde, mutfakta soluk florasan ışığında arardurusunuz, o bir yerlerdedir, ama o dakikada bulduğunuz doğru karar değil, cesaretinizdir sadece size kendi yolunuzu çizerken eşlik edecek olan…
Şimdi şaire katılmamak elde değildir;
“Sevgi emekmiş, emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş…”
(Can Yücel)